2022 - November
Rusya
St. Petersburg
Bundan 2 hafta önce St. Petersburg Kongre Bürosu tarafından gazetemize atılan bir eposta ile başlayan ve muhteşem bir gezi ile neticelenen program hakkında sizlerle birkaç gün sürecek bir yaz dizisine bugün başlıyoruz…
Evet, St. Petersburg nasıl bir yerdir, ne zaman kurulmuştur, nüfusu ne kadardır, gezilecek görülecek yerleri nelerdir; hepsi ve daha fazlasını bulacağınız bu yaz dizisinde, her biri birbirinden muhteşem turistik yerlere, ayn ölçüde muhteşem fotoğraflar eşliğinde gideceğiz….
Yolculuk başlıyor
Evet, yolculuk başlıyor…
İstanbul’un yeni havaalanında değerli basın mensubu dostum Cem Bişkin ile buluştuktan sonra bizi St. Petersburg’a götürecek Türk Hava Yolları uçağına bindik. Isı +24 C derece civarında ve oldukça güneşli bir gündü…
Kontroller vs. derken Rusya’nın en önemli kültür ve turizm şehrine doğru yola çıktık. Aslında burada Rusya Federasyonu’nun küçük bir özeti veya Kültür Başkenti tabirini kullanmak daha doğru olabilir belki…
St. Petersburg’ta havaalanına indiğimizde ise termometre -1 C dereceyi gösteriyordu.




















Şehrin adı nerden geliyor?
Bilinenin aksine şehir resmi adıyla Rus Çarı 1. Petro, bizdeki adıyla Deli Petro ve Ruslara göre ise Büyük Petro zamanında kurulmuş. Yani tarihi 300 yıl öteye kadar gidebiliyor. Ancak barındırdığı tarihi eserlere ve dokuya baktığınızda ise dünyanın belki de en iyi korunan tarihi şehirlerinden birisi diyebilirsiniz. Kent merkezi neredeyse tamamen 250 – 300 yıllık binalardan oluşuyor. 300 yıl önceki sokaklarda gezdiğiniz hissedebiliyorsunuz.
Merkezde gördüğünüz en genç binanın 1800’lü yıllardan kalmış olması, resmen içinde yaşayanlarca yağmalanmş bir İstanbul’dan gelen bizler için ne yazık ki çok acı bir öykünme vesilesi oluyor…
Gelelim St. Petersburg adının kaynağına…
Çar 1. Petro St. Petersburg’u kurarken Batı Avrupa şehirlerini kendine örnek almış ve bu nedenle de Vatikan’la da bir miktar yarışmış. Hatta çoğu zaman Batı Avrupa’dan mimar, mühendis ve bilim insanları getirilerek şehirde istihdam edilmişler.
Vatikan ile yarış ve onu geçme isteği neticesi belki de Hristiyan tarihinde çok önemli bir figür olan ve Katolik kilisesi için de 1. Papa olarak kabul edilen 12 Havari’den birisi Aziz (St.) Petrus’un adını kente vermiş.
‘Burg’ ise kelimesi Almanca şehir demek. Hamburg, Lüksemburg, Strazburg, Salzburg vd. gibi… Yani harf benzerliğinden kaynaklı bir yanılma var ama Çar Petro, kendi adını şehre vermemiş.
Peki Aziz Petrus kimdir? Hıristiyanlarca İsa’nın göründüğüne inanılan ilk kişi olduğu varsayılan Petrus’un sözleri, Hıristiyanlar için çok önemli ve bağlayıcı olmuştur. Petrus’u takip edenler (Hristiyanlar), havarilerin ve ortodoksluğun kurumsal gücünün (bir nevi ilmihalinin) temelini oluşturur. Bu yüzden Petrus ve takipçileri, ‘kilisenin üzerinde bulunduğu kaya’ olarak tanımlanır.
Dolaysıyla Çar Petro, kurduğu kente St. Petrus’un adını vererek aslında Vatikan’a yani Katoliklere karşı Ortodoks dünyası adına da bir gol atmış olmaktadır.
Neyse daha fazla dinler tarihine girmeden, konumuza devam edelim…
Çar 1. Petro 16 Mayıs 1703’te Rus Çarlığı’nın Avrupa’ya açılan kapısı ve kültür ve sanat şehri olması amacıyla 42 ada üzerine St. Petersburg’u kurarken hiçbir masraftan kaçınmamış.
Zaten şehri gezerken bunu çok rahat bir şekilde görüyorsunuz. Tabi kent 1. Petro’nun yani bizim tabirimizle Deli Petro’nun kurduğu haliyle kalmamış ve ölümünden sonra da özellikle Çariçe Katherina döneminde de gelişmeye ve güzelleşmeye devam etmiş.
Gelelim Deli Petro ünvanına …
Aslında ‘Deli’ lakabı devrin Osmanlı elçilerinin taktığı bir isim. Hoş yaptığı işlere ve getirdiği yeniliklere bakınca bu adı hak etmiyor da değil diyebilirsiniz.
Hani bizde bir söz vardır, ‘Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler’ diye, işte o misal…
Size birkaç örnek vereyim, ne olduğuna siz karar verin…
Ama önce; Osmanlı Türk İmparatorluğu’nda 7 Nisan 1789’da tahta çıkan 3. Selim ve 28 Temmuz 1808’de tahta çıkan 2. Mahmut dönemlerini düşünerek bu satırları okumanızı öneririm. Ayrıca Sultan 3. Selim’in devlette ve orduda ıslahata gitmeye çalıştığı için boğularak idam edilmesini de hatırlayın lütfen.
1682 yılından 1725 yılına kadar Rusya’yı yöneten 1. Petro’nun Çar olduktan kısa bir süre sonra Avrupa turuna çıktığı ve bu turda kılık değiştirerek birçok gözlem yaptığı, tersanelerde bizzat işçi olarak çalışıp, gemi yapmayı öğrendiği ve daha sonra Rus donanmasını yeniden inşa ederek Karadeniz’deki Türk hakimiyetini kırdığını tarih kitapları yazar…
Hatta bu gezileri sırasında konakladığı yerlerde sarhoş olup bazen taşkınlık yaptığı da olmuştur. Ancak Çar Petro, daha sonra içki içmeyi tamamen bırakmış ve ölünceye kadar da bir daha içki içmemiştir.
Petro’nun yaptığı yenilikler hemen etkisini göstermediği ve netice alması bir zaman aldığı için aldığı mağlubiyetler üzerine ‘Yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz’ sözü de meşhurdur.
Hatta rehberimiz Elena’nın dediğini göre, “O dönem Rus işçiler, alkol aldıkları için sarhoş olup disiplinli çalışamadıklarından dolayı Türkistan’dan Müslüman Türk ustalar getirilmiş ve Müslümanların alkol kullanmaması nedeniyle daha başarılı ve disiplinli çalışmalarından faydalanarak kenti istediği zamanda şehri bitirebilmek için tercih etmiştir.
Hatta sırf bu nedenle Türk ustalar rahat etsin ve İslâmî inançlarını rahatça yerine getirebilsinler diye St. Petersburg Ulu Camii’ni inşa edilmiştir.”
Hatta öyle ki, kentte kaleden sonra ilk inşa edilen yapı St. Petersburg Ulu Camii olmuş.
Ulu Cami’ye geçmeden önce kılık kıyafet devrimi yaptığını, eski Rus kıyafetlerini yasaklatıp Batı Avrupa tarzı giyimi zorunlu kıldığını, sakal bırakmayı yasaklattığını ve eski Rus usulü sakal bırakanlardan ‘Sakal Vergisi’ aldığını, “Kunstkamera” adıyla anılan genetik mutasyonlarla ilgili biyoloji müzesi kurdurduğunu, Rus ordusunun silahlarını modern silahlarla değiştirdiğini, kısacası Rus ulusunu yeniden inşa ettiğini söyleyebiliriz.
Bu konuda Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca ‘Deli Mi, Büyük Mü?” adlı makalesinde şöyle söyler:
“(Petro) Batı kültürünün peşindeydi. Rusya’ya üniversiteyi getirdi. 1699’da Avrupa’ya büyük bir asker ve amiral heyetiyle çıktı. Bu uzun süren 18 aylık sefaret sırasında Hollanda’da gemicilik, anatomi ve tıp gibi dallara merak sardı. Dönüşte bunları tatbike gayret etti. Hiç şüphesiz ki Avrupa devletlerinin idare tarzını yakından gördü. Bunları taklit ettiğini söyleyemeyiz. Ama onların bazı taraflarının farklı olduğunu anlamıştı. Rusya ve Türkiye’nin modernleşmesindeki kalıplar ne kadar birbirine benzer.
Büyük Petro bu çelişkiyi önce ortaya koyan biridir. Tıpkı 2. Mahmud’un reformlarında 100 sene sonra karşılaştığı problemler gibi.”
Neyse gelelim, kentte görülecek yerler arasında önemli bir yeri olan St. Petersburg Ulu Camii’ne…
ST. Petersburg Ulu Cami
Rusya‘nın kültür başkenti St. Petersburg’un güzelliğine güzellik katan Neva nehri kıyısında 1909 yılında inşa edilmiştir.
Rus İmparatorluğu başkenti St.Petersburg sehrinin kuruluş anından itibaren, 19. yüzyılın sonunda bir Tatar-Türk yerleşimi oluştu. Bununla birlikte, Müslüman topluluğunun kalabalıklığına rağmen, şehirde tek bir cami yoktu. Namaz vakti geldiğinde uygun yerlere seccade serip namaz kılıyorlardı. 1881’de St. Petersburg Müslümanlarının müftüsü Salimgrey Tevkelev, Rus hükumetine bir cami inşa etmek için dilekçe verdi. Bu talebin resmi onay almasına rağmen, inşaat için herhangi imkân sağlanmamıştı.
Bu nedenle hızla halk tarafından para toplandı. 1898 yılında Azerbaycan’dan Şemsi Esadullayev, Hacı Musa Nağıyev, Hacı Zeynelabidin Tağıyev gibi işadamları, Türkistan’dan iş adamları Velihanov kardeşler, Allar YarBek Zülgadirov ve Buhara Emirliği temsilcileri tarafından kurulan “Petersburg Müslüman Yardım Cemiyeti” cami inşaatının organize edilmesinde aktif rol oynadı. Buhara Emiri Seyyid Abdulehad Han 500 bin ruble bağışta bulundu. Çar 2. Nikolay’ın da resmi izniyle 1910 yılında caminin inşaatına başlandı. 21 Şubat 1913 yılında inşaatı tam bitmeden Romanovlar Sülalesi’nin 300. yılı şerefine açıldı. Caminin açılışı da temel atma merasimi gibi Rus ve yabancı devlet erkânının katılımıyla kalabalık bir şekilde gerçekleştirildi. En büyük bağışçı olan Buhara Emiri Seyyid Abdulehad Han 1910 yılında vefat ettiği için açılışa oğlu olan Buhara’nın son emiri Seyyid Mir Muhammed Alim Han katıldı.
Semerkant, Buhara ve diğer Orta Asya şehirlerindeki cami ve medreseleri anımsatan cami, uzun minareleri ve gökyüzü gibi masmavi kubbesiyle şehrin hemen hemen her tarafından çıplak gözle görülebilmektedir.
Türkistan mimarisi baz alınarak yapılan cami, 2015 yılında 50 milyon ruble (1 milyon dolar) harcanarak yeniden restore edilmiştir.
Avrupa’nın Türkiye dışındaki en büyük camisidir. Minareleri 49 metre, kubbesi ise 39 metredir. St. Peterburg şehir merkezinde yer alan camide aynı anda 5 bin kişi ibadet edebilmektedir. Mimar Nikolay Vasilyev, Semerkant’ta yer alan Timur’un mezarı Gur-i Emir’i gördükten sonra camiyi tasarlamıştır. İnşaatı 1921 yılında tamamlanmıştır.
Bu arada gerçekten de Emir Timur’un türbesine çok benzediğini söylemem gerek.
Sovyet döneminde cami, 1940’tan 1956’ya kadar ibadete kapalı kalmıştır. Bugün ise ibadete açıktır.
Yaklaşık 6 milyon nüfusu olan St. Petersburg’ta çoğu çeşitli Türk boylarına mensup olmak üzere 2 milyon Müslüman yaşamaktadır.
St. Petersburg Ulu Camii, kente seyahat eden ziyaretçilerin, muhakkak görmesi gereken en önemli tarihi yerlerden birisi.
Spartaküs Operası ve Tiyatro Salonu
Havaalanı’ndan bizi oldukça lüks bir mersedes otomobil ile St. Petersburg Kongre Bürosu adına alan ve otelimize yönlendiren Sabina, ayn zamanda gezi programımız boyunca da bizi bir an bile yalnız bırakmayarak çok güzel bir ev sahipliği örneği sergiledi.
4 gün boyunca kaldığımız otelimiz İndigo Çaykovski ise gerçekten de modernizimle tarihi dokuyu birleştirmiş, kibar ve misafirperver çalışanlarıyla konaklama konusunda kesinlikle tavsiye edebileceğim bir mekân.
Gelelim Mariinski Tiyatrosu’nda gerçekleşen muhteşem SpartaküsBale gösterisine…
Gerçekten görülmeye değer, muhteşem bir mekân…
7 katlı olan Mariinski Tiyatrosu, gerek akustiği ve gerekse de içinde barındırdığı kostüm müzesi ile kesinlikle görülmeye değer bir kültür merkezi.
Kent halkının da çok yoğun bir ilgi gösterdiği 3 erde şeklindeki bale gösterisinde, pek çoğunuzun bildiği Roma baskısına karşı isyan eden gladyatörlerin hayatı, uğradıkları ihanetler ve aşkları görsel, ve işitsel bir sanat yoluyla direkt olarak gönlünüze işliyor. Balerinlerin, baletlerin, kostümün, dekorun, ışıkların ve müziğin bu kadar uyumlu olduğu bir oyun az bulunur.
St. Petersburg gerçekten de Rusya’nın kültür ve sanat alanında başkenti unvanını hak ettiğini bu muhteşem gösteriyle bile kanıtlıyor…
St. Petersburg’un Müzecilikte Markası Ermitaj Müzesi
Yazımızın bu bölümünde Rusya’nın kültür ve turizm başkenti St. Petersburg’un dünya çapındaki en önemli değerlerinden olan Ermitaj Müzesi’ni ve Kışlık Sarayı sizlerle birlikte gezeceğiz…
23 – 27 Kasım 2022 tarihlerinde düzenlenen basın turu kapsamında Türkiye ve Hindistan’dan gelen gazeteciler olarak, kentin kongre ve toplantı (MICE) turizmine yönelik tesisleri sizlerle birlikte gezeceğiz…
İşin doğrusu pek çok soğuk ülke ve şehir görmüş olmama rağmen ilk defa akan suyun üzerinde buz kütlelerini böyle izleme şansına sahip olduğumu söylemeliyim. Bu görüntü gerçekten de etkileyici bir güzellikteydi… İnsana kuzey yarı kürenin kuzeyine yaklaştığını büyüleyici bir güzellikte hissettiriyordu.
Beyaz gecelerin sırrı
Ayrıca şunu da söylemek gerekir ki, Kocaeli’nde güneş Aralık ayı itibariyle ortalama sabah 08.00’da doğup akşam 17.40 sularında batıyor. Oysa St. Petersburg’ta güneş aynı tarihlerde 09.33’te doğuyor ve akşam da 16.05’te batıyor. Kaba bir hesapla aynı merdiyende olmamıza ve aynı saat dilimini kullanmamıza rağmen St. Petersburg’ta günler Türkiye’ye göre 3 saat daha kısa. Tabi bunu okuyunca “Aaa ne güzel, biz daha fazla güneş ışığı alıyoruz!” diye hemen sevinmeyin. Çünkü St. Petersburg’un meşhur Beyaz Geceleri’nin sırrı bu kuzey paralelerinin farkında gizli. Çünkü şehir, yazın da bizden daha fazla güneş ışığı gördüğü için yaz günleri oldukça uzun ve geceleri neredeyse hiç yok denecek kadar kısa. O nedenle de St. Petersburg’un beyaz geceleri meşhur… Neyse bu kadar astronomi ve coğrafya bilgisinden sonra gezimize kaldığımız yerden devam edelim…
Ermitaj Müzesi
Dünyanın en büyük ve eski müzelerinden olan Ermitaj Müzesi, galeri alanı bakımından dünyanın en büyük sanat müzesiymiş. 1764 yılında Çariçe 2. Katerina tarafından kurulmuş, fakat ancak 1852 yılında kamunun hizmetine sunulmuş. Yaklaşık 3 milyon sanat eserinden oluşan müzenin koleksiyonunun çok az bir kısmı sergilenebiliyor…
Ayrıca Ermitaj Müzesidünyanın en büyük resim koleksiyonuna da sahip. Müze, dünyanın en çok tablo koleksiyonuna sahip olması nedeniyle Guinness Rekorlar Kitabı’na da girmiş… Ressamların arasında kimler yok ki, Goya, Leonardo Da Vinci, Monet, Rembrant, Van Gogh ilk aklıma gelenler… Ayrıca Ortaçağ Avrupa’sının meşhur heykeltraşı Mikelanjelo’nun da heykellerini unutmamak gerekir.
Rehberimiz Elena’nın dediğine göre, ‘müzenin tamamını layığıyla gezmeye kalktığınızda 1 hafta yetmez’ diyor. (Bu arada rehberimiz Elena’nın, tamamı Fransızca olan 10 kitap yazdığını, 3 üniversite mezunu olduğunu ve özellikle çok önemli Rus folklorik değerleriyle, Ortodoks Hristiyanlıkla alâkalı doyurucu bilgi paylaştığını da burada ifade etmem gerekir.) Fakat biz bu dev müzenin çok küçük bir bölümünü yoğun programımız nedeniyle 2 – 3 saat gibi çok kısa bir sürede gezebildik.
Bu arada Ermitaj Müzesi’nin girişinde hemen çok sayıda Mısır kökenli sanat eseri gözüme çarptı. Rusya hiçbir zaman Afrika’ya yayılamadığı için Mısır kökenli bu eserler dikkatimi çekti. Hatta rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki Türkiye’de Antik Mısır dönemine ait İstanbul Arkeoloji müzesinden başka yerde bir eser yoktur. Onlar da Osman Hamdi Bey’in Osmanlı Devleti’nin Mısır’ı kaybetmek üzere olduğu dönemlerde birkaç parça getirebildikleridir…Türkler; Tulunoğulları, Akşitler, Memlükler ve Osmanlılar olmak üzere bin yıldan uzun süre Mısır’ı yönettikleri halde Türkiye’de antik Mısır eseri yok. Peki Ermitaj’daki ve St. Petersburg’ta Neva Nehri kıyısındaki bu eserlerin sırrı ne? Meğer Fransa Kralı Napolyon Bonapart’n orduları doğu seferinde Ruslara yenildiğinde, savaş tazminatı olarak Osmanlı devletine ait olan Mısır’ı işgal ettiğinde Mısır’dan çalıp Paris’e kaçırdığı eserleri savaş tazminat olarak Rusya’ya vermek zorunda kalmış. İşte bu zengin koleksiyon dönemden kalmaymış… Neyse bunu not edip, biz yolculuğumuza devam edelim…
Endülüs Sultanlığı Vazosu
Ana müze kompleksindeki altı binadan beşi, yani Kışlık Saray, Küçük Hermitage, Eski Hermitage, Yeni Hermitage ve Hermitage Tiyatrosu halka açık. Batı Avrupa Sanat koleksiyonu, 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Avrupa resimlerini, heykellerini ve uygulamalı sanat eserlerini içeriyor. Tabi bu arada Batı Avrupa demişken, Avrupa’nın en batısından Endülüs Emevi Sultanlığı’ndan gelen büyük hediye bir vazo da dikkatimizi çekiyor ve elbette bu fırsatı kaçırmıyor ve üstü altın yazılarla bezeli bu dev vazo ile fotoğrafımızı çekiliyoruz…
Tabi müzede sadece resim, heykel ve vazolar yok…
Rus Çarları’nın taht odası, bekleme ve kabul salonları, sarayın içerisindeki her köşesi altın işlemeli kilisesi gibi her biri birbirinden estetik pek çok alan ziyaretçilerini bekliyor.
Rusya’nın topraklarını büyüttüğü dönemlere ait meşhur Rus generallerin tablolarına ise, uzun uzun bakıyorum…
Saray aslında Batı Avrupa ile yarış ve onu geçme amacı ile pek çok çalışmaya da ev sahipliği yapıyor. Geleneksel Ortodoks inancı yerine Katolik Kilisesi’nin bazı ritüellerini de bünyesinde barındırıyor. Benim şu an için son kitabım olan Kimliksiz’in yazarı olarak Katolik kilisesi ile ilgili bu dikkat çekici benzerliklerini rehberimiz Elena da sorularımız üzerine ayrıntılı olarak anlatıyor…
‘Bunlar nedir?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim… Gidip yerinde göreceksiniz elbette, neticede de bu bir gezi yazısı…
Minik Anastasya’nn Gömleği
Şaka bir yana, Saray içerisindeki kilisenin içerisinde son Rus Çarı 2. Nikolay’ın komünistlerce kurşuna dizilerek öldürülen küçük kızı Anastasya’nın da minik iki elbisesi sergileniyor. Bildiğiniz gibi Sovyet (Bolşevik) İhtilâli ardından Çar’ın ailesiyle birlikte İngiltere’ye gönderilmesi planlansa da Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin buna karşı çıkması nedeniyle Çar ve ailesi önce Batı Sibirya’daki Tobolsk’a, Bolşevik İhtilali’nden sonra da Nisan 1918’de de Ural Dağları’ndaki Yekaterinburg’a götürülür.
Bolşeviklere karşı savaşan Beyaz Ordu kuvvetlerine bağlı Çek Lejyonu’nun bölgeye yaklaşması ve Çarı kurtarmaları olasılığı üzerine, yerel yetkililerin kararıyla, 16 – 17 Temmuz gecesi Çar 2. Nikolay, Çariçe Aleksandra, kızları Olga, Tatyana, Anastasya, Maria, oğulları Aleksey, aile doktorları, halayıkları, hizmetkârları ve aşçıları hapsedildikleri evin bodrumunda kurşuna dizilerek öldürülüyorlar. Cesetler terk edilmiş bir maden ocağında yakıldıktan sonra yakınlardaki ormanlık araziye gömülüyor. Daha sonra Sovyetler Birliği yıkılınca çıkarılan yasa ile iade-i itibar verilen Çar 2. Nikolay’a aynı zamanda kilise tarafından da Aziz (st.) unvanı da verilmiş. Özetle minik Anastasya’nın küçük elbisesi geçen yüzyılda yaşanan onca vahşetten birini daha Ermitaj da bize hatırlatıyor… (Bu arada Anastasya’nın öldürülüp öldürülemediği ile ilgili çekilmiş çok sayda film ve dizi de var.)
Elbette Çariçe’nin bahçesine de kısaca değinip bizi çok etkileyen muhteşem bir mekanik bir mucize olan Altın Tavus Kuşu’ndan bahsedeceğim…
Ama önce Çariçe’nin gül bahçesi…
Evet Çariçe çoğu Avrupa Kraliyet ailesinde de olduğu gibi Rus asıllı değil. Hatta Çariçelerin bir kısmı bir kısmı Ortodoks Hristiyan bile değil. Sonradan mezhep değiştirip Ortodoks olmuşlar da kraliyet ailesine girebilmişler. Avrupa’daki kraliyet ailelerinden gelen bu prensesler doğal olarak doğup büyüdükleri ülkelerdeki zevklerini, alışkanlıklarını ve kültürlerini de yanlarında getirmişler. Tıpkı Osmanlı’da da olduğu gibi… Neyse Rus İmparatorluğu’nun Kışlık Sarayı’nda malûm gül yetiştirmek mevsim şartları gereği oldukça zor ve hatta imkânsız. O nedenle imparatorluğun güney bölgelerinden her gün gül getirilip, Çariçe’nin bahçesine o uyanmadan bahçıvanlar tarafından dikilen güller, gün içerisinde donarak öldüğü için ertesi sabah yine yeni güllerle değiştiriliyormuş… Biz bahçeye baktığımızda yeşil bitkilerin üzeri kar kaplı olmasına karşın ‘artık’ gül yoktu ve ısı Kasım ayı olmasına rağmen öğlen saati -7 derece civarındaydı…
Her biri birbirinden muhteşem tablolarla, heykellerle ve neredeyse mikron büyüklüğündeki mozaik taşlarla imal edilmiş vazolardan başka bizim vaktimiz olmadı ama siz mutlaka görün, dünyann en büyük para koleksiyonu da Ermitaj Müzesi’ndeymiş. Şimdi Gelelim Altın Tavus Kuşu’na…
Altın Tavus Kuşunun Hikâyesi
1770 yılında Londra’da Mekanik James Coks ve Alman kökenli usta Fridrikh Yuri tarafından imal edilen bu saat gerçekten de görülmeye değer…
Grigori Potyomkin tarafından Çariçe 2. Katerina veya Büyük Katerina (Yekaterina 2 Velikaya) için sipariş edilen tavus kuşu saati, 1781’de St. Petersburg’a getirilir. 1794’te Rus tamirci Ivan Petrovich Kulibin saati toplar ve çalışır hale getirir. Ve 1797’de saat, Tavrichesky Sarayı’ndan (Kışlık Saray’da) Küçük Hermitage binasına taşınır.
Pavilion salonunda her Çarşamba saat 20:00’da usta tarafından mekanizmasının çalıştırıldığı ve cam kafesteki büyülü kuşların canlandığı görülmekteymiş…
Saat sadece o dönem için moda olan eğlenceli bir meşgale değil, aynı zamanda özgün bir sanat eseri olarak müzedeki yerini koruyor.
Saat, bir cam kafesin içindeki tavus kuşu, horoz, baykuş ve sincaplardan oluşuyor. Özel mekanizma çalıştırıldığında figürler hareket etmeye başlıyor. Saat kadranı, bir meşe ağacının dibindeki büyük bir mantarın kapağına gizlenmiş. Mantarın şapkasının yuvasında saat ve dakikaları gösteren Roma ve Arap rakamları görünüyor ve mantarın tepesinde oturan yusufçuk ise saniye görevini görüyormuş…
Saatte James Coks dört bağımsız mekanizma kullanmış, üçü figürleri harekete geçiriyor ve dördüncüsü ise saatti gösteriyormuş.
Saat çalışırken önce gecenin sembolü olan baykuş uyanıyor, kafes halkasında asılı çanlar çalmaya başlıyor ve baykuş başını, bacağını hareket ettirip, gözlerini döndürüyor. Baykuşun hareketleri ve çanların melodik çınlaması tüm sürece eşlik ediyormuş. Dahası, tavus kuşunun kendisi küçük başıyla zarif bir şekilde eğilip ve güneşin sembolü olan altın kuyruğunu yayıyormuş. Sonra Tavus kuşu dönüp geceyi simgeleyen gümüş renkli kuyruğunu açıyormuş.
Horoz ise canlanan son öğeymiş. Yavaş bir şekilde ses tonunu değiştirerek ötermiş. Biz orada daha önce kaydedilmiş olan videosunu izledik ve sesini dinledik. Gerçekten görülmeye değer…
St. Petersburg’un Otelleri ve İmkânları
Batılı çok uluslu şirketlere ait olan bu iki otel sundukları kongre, toplantı ve konaklama imkânlarıyla şehre değer katıyorlar. Tarihi binaları restore ederek birleştiren bu iki marka da, her bütçeye uygun imkânlar sunuyorlar.
Maltalı bir aileye ait olan Corinth Otel ayrıca içinde barındırdığı müzesi ile de kesinlikle görülmeye değer bir mekân. Yılbaşı hazırlıklarının tüm süratiyle devam ettiği günlerde balkonlu balo salonu olan Otel Astoria da yeni yıl balosu hazırlıklarının heyecanını yansıtıyordu.
Bizim konakladığımız Otel İndigo Çaykovski’de ise yemek salonunda her gece verilen piyano resitalinin yanı sıra kar tanesi motifleriyle otelin yemek salonu ve katlarını süslenmişti…
Nevinski Caddesi’nin cazibesi
Bundan 7 – 8 yıl kadar önce Rusça dersi alırken, yol tarifi konusunda St. Petersburg’un meşhur Nevinski Caddesi üzerindeki noktalar üzerinden ders anlatılırdı. O zaman merak etmiştim. Tabii ki St. Petersburg’a gidince ilk fırsatta bu meşhur caddeye Türkiye’den gazeteci arkadaşım Cem Bey ile birlikte gittik.
Doğalgaz ve nükleer enerji sayesinde gördüğüm kadarıyla enerji konusunda sıkıntı çekmeyen Rusya’da, kent gece ışıl ışıl. Yaklaşık 20 küsûr gün olduğunu öğrendiğimiz yeni yıl tatilinin de yaklaşmış olması nedeniyle de ayrıca süslemeler yapılınca caddeler oldukça canlanmış.
Hediyelik eşyadan, kafelere, giyim mağazalarından kitap evlerine kadar pek çok dükkân tarihi binalarda hizmet veriyor. Gece -11 ve -12’lere düşen soğuğa rağmen sokaklarda kent sakinleri, gece yarısına kadar geziyorlar.
Soğuktan üşüdüğünüzde ise neredeyse her köşe başında rahatça bulabileceğiniz çay ve kahve satışı yapan seyyar satıcılardan alacağınız sıcak içecek ile içinizi ısıtabiliyorsunuz.
Şahsen biraz da meslek gereği olsa gerek köşedeki 4 katlı büyük kitapçı mağazasına birkaç defa gittik. İçeride çeşit çeşit Rusça kitaplar var. Ayrıca aileler kitap bakarken çocuklar meşgul etmek için çocuk oyun alanı ve oyuncak reyonu da oluşturulmuş. Ayrıca ufak hediyelikler alabileceğiniz bir bölüm ve kafe – restoran kısmı da dikkat çekiyor.






Nevinski Caddesi’nde Burger King kendi adı ve logosuyla satış yaparken, Mc Donalds ve Starbucks Kafe isimlerinde biraz değişikliğe giderek Rus ortaklar almışlar yanlarına.
Bu arada 5 gün boyunca Türkiye’den sadece bir lokumcu dükkânı görebildim… Ayrıca Türkiye’den banyo seramikleri ve ülkemizde lisanslı üretilen bir otomobil markası ihracat yapabilmiş bu şehre… Bu arada otomobil deyince aklıma geldi. Ülkemizde orta ve alt gelirli aileler tarafından kullanımı süren Lada ve Moskovich marka otomobiller ile Niva jiplerin üretimi Sovyetler Birliği yıkıldıktan bir süre sonra tamamen durdurulmuş ve fabrikaları kapatılmış. Yerlerini ise Batı Avrupa ve Amerikan otomobilleri ile Türkiye’den ithal edilen lisanslı araçlar almış. Kısacası Türkiye’deki veya Kocaeli’ndeki Lada ve Niva sayısı St. Petersburg’takinden fazla desem abartmış olmam…
Bu arada Porsche, Mazda, Toyota marka otoların galerileri faaldi ve Coca Cola içecek fabrikası da üretime devam ediyor gibi görünüyordu. Türkiye’yi ambargo konusunda sıkıştıran Batılı ülkelerin iki yüzlülüğü de göze çarpıyordu…
St. Petersburg konulu yazı dizimizin üçüncü bölümünde kentin tarihi mekânlarının yanı sıra günümüz popüler kültürüne ve kongrelerine de hitap eden dev yapılarından da bahsedeceğiz…
Sarı Saçlı Mavi Gözlü Kilise’nin Kenti
Yazı dizimizin geçmiş bölümlerinde St. Petersburg’un soğuğundan Rus tarihinde ve Sovyet Devrimi’nde oynadığı role kadar pek çok konuya değinmiştik.
Yazımızın bu bölümünde ise başlıktaki ‘sarı saçlı kilise’yi anlatmadan önce söze futbol meraklılarının hemen anımsayacağı Gazprom Arena Stadı ile başlamak istiyorum…
Futbol severler hatırlar 21 Şubat 2019 da St. Petersburg’un Gazprom Arena Stadı’nda oynanan maçta o dönem UEFA Avrupa Ligi’ndeki temsilcimiz Fenerbahçe, son 32 turun rövanş müsabakasında Rusya temsilcisi Zenit’e 3-1 mağlup olarak Avrupa kupalarına veda etmişti.
İşte bugün anlatacağımız St. Petersburg Gazprom Arena Stadyumu’nda oynanan bu karşılaşmada, Zenit’in gollerini 4. dakikada M. Ozdoev, 37 ve 76. dakikada S. Azmoun atmış, Fenerbahçe’nin tek golünü ise 43. dakikada Mehmet Topal kaydetmişti.
Evet Fenerbahçeli futbol severler için anısı pek güzel olmasa da şunu söyleyeyim; stadın koridorlarında Fenerbahçe forması fotoğrafta da görebileceğiniz gibi bir cam mekân içerisinde o günkü güzelliği ve ihtişamı ile muhafaza ediliyor…
Şimdi gelelim stadın özelliklerine…
Gazprom Arena adından da anlaşılacağı üzere inşa ve işletme maliyetlerinin Rusya’nın meşhur gaz şirketi Gazprom tarafından karşılanan dev bir kompleks. 64 bin taraftar kapasitesiyle de Rusya’nın en büyük futbol stadyumu. Adamların 100 bin kişilik stat niye inşa etmediğini ise siz düşünün…
Futbol maçları dışında büyük konserler ve dev organizasyonları da bu statta yapıyorlar. Konser olduğunda saha içi ile birlikte kapasite 100 bin kişiye ulaşıyormuş, ki daha önce 100 bin kişilik konserler verilmiş.
Stadın üzeri çelik konstrüksiyon ile örülü ve araları fiberglass tarzı şeffaf bir malzeme ile kapatılmış. Dolaysıyla stadın dışarısı kışın eksi derecelerdeyken içerisi + 20’lerde. Ve oldukça aydınlık. Yazın ise tavan açılıyor ve içerisi serinletiliyormuş.
Soyunma odalarından basın toplantısı salonuna kadar stadın her bir köşesini gezdirdiler. Gerçekten etkileyici bir düzen ve konfor olduğunu söylemem lazım. Çeşitli spor müsabakalarında diğer devletlerin başkanlarının maçları izlediği lüks locaları da bu arada görme ve oturma imkânımz olduğunu belirtmeliyim. 2018 FIFA Dünya Kupası’nı devlet başkanları bu özel süitlerden izlemişler…
Ayrıca 7 katlı olan bu muhteşem stadın altında bir müze olduğundan ve burada her biri birbirinden değerli fotoğraf ve kıymetli eşyaların da sergilendiğini hemen belirteyim. Bu arada önemli not, stada girişte gerçekten de çok sıkı bir güvenlik önlemi uygulanıyor. Hatta havaalanlarından bile fazla güvenlik tedbiri alınmış olması beni epey şaşırttı.
St. Petersburg’un tabii ki tek stadyumu Gazprom Arena değil, mesela Zenith Spor Kulübü’nün de büyük bir stadının önünden geçtik. Ama Gazprom Arena modern ve çağdaş çizgisiyle gerçekten de çok farklı, adeta bir sanat baş yapıtı…
NEVİNSKİ CADDESİ’NDEKİ KAZAN KATEDRALİ
Kazan Katedrali hakkında Türkiye’de yanlış olan bir bilgiyi sizlerle paylaşarak düzeltip sözlerime devam etmek istiyorum.
Şöyle ki, Türkiye’deki turizm ile ilgili pek çok internet sitesinde Kazan Katedrali için ‘Tatar Hanlığı’ndan Kazan şehrinin Rus ordusu tarafından ele geçirilmesi anısına inşa edilmiştir ve içindeki generalin mezarı da Kazan şehrini ele geçiren Rus generale aittir’ diye yanlış bir bilgi veriliyor. Oysa işin doğrusu çok farklı… Kilisenin Kazan kenti ile hiç ilgisi yok…
Birincisi Kazan kentinin Ruslarca ele geçirilmesinin tarihi ile Katedralin inşa tarihi arasında 300 yıldan fazla zaman var. Peki ‘Kazan’ adı nereden geliyor?
Tataristan’daki Kazan kentini Hz. Meryem’in koruduğuna dair Ruslar’da bir inanç var. Rus Çarı 4. İvan, bizdeki adıyla ‘Korkunç İvan’ 15 Ekim 1552’de Kazan şehrini ele geçirir. Daha evvel de Rus ordularınca kuşatılan fakat alınamayan ve bu kez de 2 ay süren kuşatmanın sonrasında elde edilen bu zafer nedeniyle kentin Hz. Meryem tarafından korunduğuna dair bir inanç oluşmuş. Ve hatta bu nedenle Hz. Meryem ile Kazan kenti özdeşleştirilip St. Kazan (Azize Kazan) unvanı verilmiş. Bu konuda Kazan kenti içerisinde Hz. Meryem’i ve koruyucu melekleri gösteren bir gravür bile var.
Şimdi bu bilgileri bir kıya not edin… Katedrale dönelim tekrar:
Kazan Katedrali veya Kazanskiy Kafedralniy Sobor olarak da bilinen Kazan Meryem Ana Katedrali, Rusya’nın en saygı duyulan ikonlarından biri olan Kazan Meryem Ana’ya adanmış.
Katedralin inşasına 1801 yılında başlanmış ve Alexander Sergeyevich Stroganov’un gözetiminde on yıl boyunca devam etmiş. 1811’de tamamlanmış.
Mimar Andrey Voronikhin, Roma’daki Aziz Petrus Bazilikası’ndaki binayı modellemiş. Rusya’nın o zamanki başkentinde bir Katolik bazilikasının kopyasını yaratma planlarını onaylamayan bazı saray mensupları buna karşı çıkmışlar.
Napolyon’un Rusya’yı işgal etmesi (1812) ve Rus Ordusu başkomutanı General Mihail Kutuzov’un Kazan Meryem Ana’dan yardım istemesinin ardından kilisenin amacı değişivermiş…
Rusların Vatanseverlik Savaşı dediği Napolyon Savaşları’nı kazanınca halk, katedrali öncelikle Napolyon’a karşı kazandıkları zaferin bir anıtı olarak görmüşler. Ve generalin Meryem Ana’ya duasının tuttuğuna inanılmış. Hatta Kutuzov’un kendisi de 1813’te katedrale defnedilmiş; en ilginci de Aleksandr Puşkin’in, generalin mezarı üzerinde yoga yaparak ünlü eserlerini yazdığını tarihçiler iddia ediyorlar… 1815’te Napolyonu püskürtüp ilerleyen Rus ordusu tarafından Avrupa’dan on yedi şehir ve sekiz kalenin anahtarları getirilmiş ve katedralin içine, generalin mezarının yanına asılmış, bu kale anahtarlarını hâlâ orada görmek mümkün…
Daha sonra 1876’da Rusya’daki ilk siyasi gösteri olan Kazan gösterisi kilisenin önünde gerçekleşmiş. 1917 Rus Devrimi’nden sonra komünist idare katedrali kapatmış (Ocak 1932). Kasım 1932’de Marksizmin “Dinler ve Ateizm Tarihi Müzesi” olarak yeniden açılmış. Komünizmin çöküşü ardından 1992’de yeniden kiliseye döndürülmüş ve dört yıl sonra katedral Rus Ortodoks Kilisesi’ne iade edilmiş. 2017 itibariyle, St. Petersburg metropolünün ana katedrali olarak tekrar kullanılmaya başlanmış. Bu arada içeri girdiğimizde çok uzun bir kuyruk vardı ve kadınlı – erkekli kilise cemaati kuyruğa girip Hz. Meryem’in İkonunu öpüyordu, ardından bir personel de elindeki bezle ikonun üzerini siliyor ve bir sonraki kişi ikonu öpüp dua ediyordu.
Dediğim gibi Kazan Katedrali Vatikan’daki St. Petrus kilisesinin neredeyse birebir kopyası. Bu da Katolik kiliseden etkilenmiş olmanın ve onunla yarışma arzusunu açıkça ortaya koymakta.
Çok sayıda sütunu olan katedralin içi, 69 metre uzunluğunda ve 62 metre yüksekliğinde bir saray salonunu andırıyor. İç mekan, gününün en iyi Rus sanatçıları tarafından yapılan çok sayıda heykel ve ikona sahip.
Katedralin devasa bronz kapıları, İtalya’nın Floransa kentindeki Vaftizhane’nin orijinal kapılarının dört kopyasından birisiymiş, diğerlerinin ikisi ABD’de ve bir diğeri de İtalya’da imiş.
Bir de kilisenin ana girişindeki taç kapının üzerinde bir ABD Doları’ndan da tanıyacağınız; ardından güneş doğan piramit görüntüsü var. Bunu sorduğumuzda son Çar sülalesi olan Romanovların Mason olduğunu ve Vatikan ile yarışmak için inşa ettikleri bu mabede de kendi localarının armasını işlettiklerini söylediler. Rusya’da Masonlar garip değil mi diye sorunca da, rehberimiz diğer pek çok kraliyet ve saltanat ailesinde de olduğu gibi Çariçelerin genelde Avrupalı asilzadelerin kızlarından seçilerek Rus sarayına gelin getirildiğini ifade ettiler…
Sarı Saçlı Mavi Gözlü Elizabeth Manastırı
Adıyla tezat bir şekilde Smolny (zift-katran) Manastırı veya Smolny Kıyamet Manastırı olarak da bilinen bu uçuk mavi kilise, Saint Petersburg kentinde, Neva Nehri’nin sol kıyısında, Rastrelli Meydanı’nda bulunan bir katedralden ve başlangıçta bir manastır olarak planlanan, etrafını saran bir bina kompleksinden ibaret aslında.
Rus Çarı 1. Petro’nun (Deli Petro) kızı Elizabeth için inşa edilmiş.
Binanın adına inat bir şekilde açık mavi rengini Çariçe Elizabeth’in gözlerinden ve altın sarısı kubbelerini ise yine Çariçe’nin saçlarından aldığı söyleniyor. Çariçe’nin bu renklerle kendini yansıttığı belirtiliyor. Ayrıca ilk kez ve de son kez (!) bir Ortodoks kilisesinde balkon inşa edilmiş bu kilisede. Çariçe’nin kiliseye geldiğinde bu balkona çıkmayı çok sevdiği rivayet ediliyor.
Elizabeth tahta geçmesine izin verilmeyince önce rahibe olmayı seçmiş. Bununla birlikte, İmparatorluk selefi 4. İvan (bizdeki adıyla Korkunç İvan), bir darbe sırasında devrilmiş (1741’de kraliyet muhafızları tarafından). Elizabeth de böylece, manastır hayatına girmemeye karar vermiş ve Rus tahtına oturması teklifini kabul etmiş. Manastırdaki çalışmalar da, kraliyet himayesinde devam etmiş.
Manastırın mavi-beyaz bir bina olan ana kilisesi, Kışlık Saray’ı yeniden tasarlayan ve Büyük Catherine Sarayı’nı (Yekaterininsky) inşa eden İtalyan mimar Francesco Bartolomeo Rastrelli’nin mimari şaheserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
2. Katherine tahta geçtiğinde, yeni Çariçe’nin barok tarzı şiddetle onaylamadığı ve manastırın inşasını destekleyen fonların hızla tükendiği ortaya çıkmış. Rastrelli, planladığı devasa çan kulesini inşa edememiş ve katedralin içini bitirememiş. Bina, 1835 yılında Vasily Stasov tarafından, o dönemde değişen mimari zevklere de uyacak şekilde neo-klasik bir iç mekanın eklenmesiyle tamamlanmış.
Kilise 1923’te Sovyet yetkilileri tarafından kapatılmış, yağmalanmış ve 1982’de konser salonu haline gelene kadar çürümeye bırakılmış.
Saint Petersburg Eyalet Üniversitesi’nin sosyoloji, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler fakülteleri, katedrali çevreleyen bazı ana binalar arasında yer almakta
Sovyetler Birliği yıkılınca Nisan 2015’te Smolny Katedrali, Rus Ortodoks Kilisesi’ne iade edilmiş.
İsmini yakındaki Smolny (zift) fabrikasından alan manastır, nehrin kıyısında olduğu için St.Petersburg’un ilk günlerinde, ahşap gemi yapımı ve bakımında kullanılmak üzere ziftin (Rusça “smola”) işlendiği, şehrin kenarındaki fabrikalardan almış.
St. Petersburg’un Ortasındaki Hollanda
Onlarca adadan oluşan St. Petersburg’ta, Rusya İmparatorluğu’nun yeniden yapılanma döneminde Batı’dan çok sayıda mühendis ve bilim insanı getirilirken, kentin ortasındaki yapay bir adayı da Hollanda’dan getirilen fabrikalara ayırmışlar. Gezi yazımızın bu son bölümünde sizlerle St. Petersburg’taki iki önemli merkeze ve hepsi de birbirinden lezzetli dünya mutfağından yemekler sunan lokantalara gideceğiz…
Ve elbette bu Beyaz Gecelerin şehrine nasıl gideceğimize dair ip uçlarını paylaşacağız… Haydi şimdi, Yeni Hollanda Adası olarak da bilinen St. Petersburg’un yeni turizm merkezlerinden birisine doğru yola çıkalım…
Rehberimiz Elena ve Sabina öncülüğünde güvenlik noktasından geçerek kırmızı tuğla binalardan oluşan büyük bir komplekse girdik. Dört tarafı nehirlerle çevrili bu alan, gerçekten de daha köprüden içeriye adım attığınız anda sizi cazibesiyle içeri çekiyor…
18 ve 19’uncu yüzyıldan kalma onlarca binanın arasında dolaşırken ağaçların üzerindeki buz sarkıtlarına güneş vurduğunda pırıl pırıl parlıyor ve gözümüzü alıyordu…
Şimdi gelelim adanın hikâyesine…
Ada, aslında sonradan inşa edilen Kryukov Kanalı ve Amiral Kanalı’nın Moika Nehri ile Neva’yı birbirine bağlamasıyla 1719’da kurulmuş. Adını Amsterdam’a benzeyen bir dizi kanal ve gemi inşa tesisinden almış. Başlangıçta kereste depolamak için inşa edilmişse de Büyük Petro (bizdeki adıyla Deli Petro), kendi kullanımı için ahşap bir saray da dahil olmak üzere bir deniz limanı oluşturmuş. Bu aynı zamanda Rusya’nın ilk askeri limanı olmuş; yıl 1721. Ada, neredeyse iki yüzyıl boyunca, çeşitli ihtiyaçlara göre uyarlansa da Rus Donanması ana kullanıcı olmuş. Başlangıçta, kürekli tekneler için küçük bir tersane varmış. 1732’de Rus Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, gemi inşası için kereste depolamak üzere adanın çevresi boyunca havuzlar ve ahşap ambarlar inşa etmiş…
Abramovich’in sanat koleksiyonu
1765’te New Holland (Yeni Hollanda) Kemeri olarak bilinen adaya açılan muhteşem kırmızı tuğlalı geçit, Toskana’ya ait devasa kırmızı granit sütunlarla çevrilmiş.
Yeni Hollanda, 1828-29’da bir deniz hapishanesi ve 1893’te gemi inşası için büyük bir havuz inşa edilmiş. Aleksei Krylov, 1900 ile 1908 yılları arasında bu havzayı yeni gemi modellerini test etmek için kullanmış ve 1915’te Rusya İmparatorluğu’nun en güçlü radyo istasyonu da burada inşa edilmiş. 1917 Rus Devrimi’nden sonra, Yeni Hollanda Adası’nın 18. yüzyıla ait binaları ihmal edilmiş ve 2004’e kadar Kızıl Ordu adayı askeri bir tesis olarak kullanmış.
2000 yılındaki Rus Donanması Günü’nde ada Lyudmila Belova ve Tatyana Nikolaenko da dahil olmak üzere Rus sanatçıların desteğiyle sanatçılar Françoise Dupré ve Roxane Permar tarafından oluşturulan bir sanat projesi ile halka açılmış. 2004 yılında, Savunma Bakanlığı, otel ve kulüpler için Thames Bank Baron Foster Norman Foster’ın tasarımına göre yenilenecek binalar için adayı tahliye etmiş.
2010’dan beri adanın sahibi Iris Vakfı’ymış (Daria Zhukova’nın sanat vakfı). Ünlü Rus milyarder Abramovich’in sanat koleksiyonunu barındıracak galeriler ve bir müzenin de burada kurulacağı söyleniyor. 12 milyar dolarlık yenileme projesi, New York merkezli mimarlık firması WORKac’a verilmiş. Ada ise 2011 yılında halka açılmış. UNESCO tarafından korunan anıtların restorasyonu ile St. Petersburg’un bir mikro evreni oluşturulup, “şehir içinde şehir” konsepti olarak tasarlanmış. Ve projenin 2025 yılına kadar tamamlanması plânlanıyormuş.
Peki Yeni Hollanda adı nereden geliyor, dediğinizi duyar gibiyim. O da şöyle:
Çar Petrozamanında Rusya yeniden yapılandırılır ve Rus milleti oluşturulurken Batı’dan çok sayıda mimar, mühendis ile birlikte teknoloji, bilim, mimari ve sanat da ithal edilip içselleştirilmiş. Mesela Fransa’dan mühendisler, İtalya’dan sanatçılar getirilmiş…
İlk bölümümüzden hatırlayacağınız gibi Çar Petro da denizcilikte o dönem ileri olan Hollanda tersanelerinde kimliğini gizleyerek çalışırken gemicilikle ilgili öğrendiklerini sonra Rusya’da uygulamış demiştik. İşte Hollandalı mühendislere de burada demir atölyesinden tersaneye kadar pek çok fabrikayı da bu ada üzerinde kurdurmuş. Dolaysıyla ada da Hollanda’nın sadece işlevsel anlamda değil, görsel anlamda da bir kopyası haline gelmiş. Bugün ise dediğim gibi önemli bir turizm merkezine dönüşmüş durumda. Hatta bir öğlen yemeğimizi de oradaki eski demir fabrikasında yediğimizi söylemem gerekir…
Burada özellikle St. Petersburg’un en önemli kongre, toplantı kompleksi EXPOFORUM’dan kısaca bahsetmek gerekir.
Aynı anda 30 bin kişiye kadar katılımcıyı ağırlama kapasitesine sahip EXPOFORUM’da, 68 adet konferans salonu ve 13 bin metrekarelik 3 adet pavyon bulunuyor. EXPOFORUM’da farklı etkinlikler için 2 bin kişilik bir tribün de bulunuyor. EXPOFORUM kompleksinde iki adet lüks otel ve kilise de bulunuyor. Moskova’dan sonra Rusya’nın en büyük Kongre Merkezi olan bu tesiste ihtiyaç olan her şey düşünülmüş. Dışarısı eksi 8 derecedeyken içeride kazağın dahi fazla geldiği bir ortamda düzenlenen fuarda, su arıtma tesislerinden kılıç ve çakıya, led ve hologram teknolojilerinden Rusya’yı anlatan hediyelik eşyalara ve hatta Rus kamyon markalarına kadar kadar pek çok şeyi görmek mümkündü…
Hatta orada, tanıtımı yapılan ve Ural Dağları’ndan gelen şişe sularından da kana kana içtiğimi söylemeliyim…
Ekte 2023 programını da vereceğim bu kongre merkezinin neredeyse boş günü yok. Ya bir fuar veya bir kongre ile sürekli faal ve dolu…
Brics toplantıları ve Rusya
Biz gittiğimizde de bir hafta sürecek olan BRİCS toplantısı vardı. Ve biz de fırsatı değerlendirdik ve değerli rehberlerimiz ile birlikte turizm konulu bir oturuma iştirak ettik.
Peki BRİCS nedir, dediğinizi duyar gibiyim…
BRICS, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk harflerinden oluşuyor. Tabi İngilizceleri’nin… (Brasil, Russia, India, China, South Africa) Peki İngiltere’nin üye olmadığı bir kuruluşun adı niye ‘İngilizce’ diye sorarsanız, fikrin nereden çıktığını açıkladığımda sebebini öğreneceksiniz… BRICS, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın ekonomilerini kastetmek için kullanılıyor. BRICS ülkeleri ekonomik yönden en hızlı gelişen ülkeler ve 2050 dünyasında önemli bir konumları bulunması bekleniyor veya plânlanıyor…
2011 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin birliğe katılmasına kadar orijinal dört üye BRIC (ya da İngilizce “the BRICs”) olarak adlandırılmış. Aynı yıl Çin’in Sanya kentinde düzenlenen zirveye Güney Afrika Cumhurbaşkanı Jacob Zuma’nın da katılımı ile BRIC grubu adını BRICS olarak değiştirmiş. 2015 yılı itibarıyla beş BRICS ülkesi dünya nüfusunun 3.1 milyarını (% 41’ini) temsil ediyor.
2018 yılı itibarıyla bu beş ülke toplamda 18 trilyon $ GSYİH’ye sahip ve bu rakam dünya üzerinde 2018 yılı içerisinde üretilen tüm mal ve hizmetlerin değer toplamının yaklaşık % 23.2’sini teşkil ediyormuş. Türkiye ise AB’ye alternatif olarak bu organizasyonu görüyor. Dönemin başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek, 2017 yılında BRICS ülkelerinin vereceği projelerden ve fonlardan yararlanmak amacıyla Türkiye’nin ciddiyetle tam üye olma gerekliliğini gözden geçirdiğini dile getirmişti hatırlarsanız…
Gelelim BRİCS fikrinin doğuşuna…
“BRIC” terimi 2001 yılında o zamanki Goldman Sachs Yatırım Bankası başkanı Jim O’Neill tarafından, Building Better Global Economic BRICs isimli yayınında ortaya atılmış.
Orijinal dört üyenin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) dış işleri bakanları Eylül 2006’da New York’ta buluşmuşlar. Tam kapsamlı bir diplomatik buluşma ise 16 Haziran 2009’da Rusya’nın Yekaterinburg şehrinde gerçekleşmiş ve daha sonra beşliye dönüşerek günümüze kadar gelmiş.
7 kat ve 6 dev salondan oluşan bu tesisin tavan yüksekliği 10 metreymiş. Bizim yıkılan İnterteks fuar alanından biraz daha alçak diyebilirim. Evet, ekteki 2023 programına bakarak St. Petersburg’taki bu önemli fuar alanının etkinliklerini takip ederek St. Petersburg gezinizi plânlamanızı öneririm…
Gelelim canın geçtiği yere
Evet meşhur Türk atasözü ne der? “Can boğazdan gelir.” Biz de o kadar gezip gördüğümüz yerleri anlatırken size, elbette aç açına gezmedik sevgili dostlar. Şimdi gelelim canın geldiği, boğaz meselesine…
Gerçekten de dünya mutfağından pek çok lezzeti St. Petersburg’ta rahatlıkla bulabilirsiniz. İtalyan mutfağından Rus geleneksel yemeklerine kadar damak tadınıza ve bütçenize uygun her şey var. Elbette helâl yemek olarak da kentteki çok sayıda Tatar lokantası sizin imdadınıza yetişiyor. Kent nüfusunun yaklaşık üçte birini Müslümanların ve ağırlıklı olarak da Türklerin oluşturduğunu daha önceki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatmıştım. O nedenle bir daha o konuya girmeyeceğim. Dolayısıyla da St. Petersburg’a gittik, şimdi ne yiyeceğiz, vejeteryan mutfaklar damak tadımıza hitap eder mi diye bir derdiniz olmasın.
Yemeklerin fotoğraflarından iştah açıcı birkaç örnek vererek çok ayrıntıya girmeyeceğim. Ama bilenler bilir benim bir çay hobim vardır. İşte bu çay sevdasını St. Petersburg’ta tamamıyla doyurabilirsiniz. Her köşe başında seyyar çay ve kahve satanlar olduğu gibi pek çok Avrupa ülkesinde göremeyeceğiniz şekilde her lokantada çay bulabiliyorsunuz. Ruslarla “semaver” kelimesini ortak kullandığımızı da buradan belirteyim de, siz gerisini düşünün artık…
Şimdi gelelim bu güzel şehre nasıl gideceğimize?
Türkiye’den St. Petersburg’a gitmek çok kolay…
Rusya Türk vatandaşlarından vize istediği için öncelikle vize işlemlerini tamamlamanız gerekiyor. Vize işlemlerini Marmara bölgesinden gidecekler için söyleyeyim, Taksim İstiklâl caddesindeki İstanbul konsolosluğundan bir hafta içerisinde çok rahat bir şekilde halledebilirsiniz. Ancak bu işi sizin adınıza takip edecek bir firma ile de uygun bir fiyata anlaşabilirsiniz.
Ulaşım için ise kesinlikle hava yolunu öneririm. Kara yolu ile gidiş çok fazla sınır kapısı geçileceği için çıkması muhtemel problemlerin yanı sıra Türk vatandaşlarının karşılaşacağı AB vizesi işlemi için de yorucu olabilir.
Hava yolu ile Sabiha Gökçen’den, Antalya’dan, Ankara’dan veya İstanbul’un yeni havalimanından THY, Anadolu Jet veya Pegasus ile gidebilirsiniz.
Yol yaklaşık 4 – 4,5 saat kadar sürüyor.
Konaklama ve yemek konusunda sıkıntı yaşama ihtimaliniz yok. Çok sayıda kaliteli ve hesaplı alternatif mevcut. Elbette bütün bunların yanı sıra Kurtlar Turizm ile St. Petersburg seyahatine giderseniz, vize işlemini kolayca halledebileceğiniz gibi; tecrübeli ve güler yüzlü rehberler eşliğinde unutulmayacak hatıralarla beyaz gecelerin şehri ve Rusya’nın Çarlık zamanındaki başkentini doyasıya gezebilirsiniz…





