Mayıs 2013

Özbekistan

Orta Asya’nın Parlayan Yıldızı

ÖZBEKİSTAN

Binbir Gece Masalları gerçek olsa, nerede yaşanmış olabilirdi derseniz; akla gelecek ilk ülke Özbekistan olacaktır. Nakış nakış işlemeli kubbeleri, dantelli ekmekleri ve sıcak kanlı insanlarıyla Özbekistan adeta bir masal diyarı...

Dünyanın göz bebeği İstanbul’dan yaklaşık dört saat süren bir uçuşla Orta Asya’nın kalbi Özbekistan’ın, başkenti Taşkent’e uçuşumuz sonrasında kısa bir gümrük ve pasaport işlemi ardından Havalimanının dışındaydık...

Özbekistan’da her taraf düzenli, tertipli ve kibar insanlarla dolu...

Dil konusunda ilk iki gün belki biraz anlamakta zorlanabileceğiniz Özbek Türkçesi’ne kulağınız alıştıktan sonra, şiirsel akışı ve kullandığımız kelimelerin köklerinin aynı olduğunu fark etmeniz ardından çok rahat olarak anlaşabiliyorsunuz...

Özbekistan, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’nin televizyonlarının ve özellikle de dizilerinin merakla izlendiği bir ülke. Bu nedenle Özbekler, oluşan kulak aşinalığı nedeniyle sizi zaten anlıyorlar. 1992 yılında ülke Latin alfabesine geçtiği için yazılı tabela ve belgelerin çok büyük bir bölümünü zaten görür görmez okuyabiliyorsunuz.

Aslında bu Özbekistan’ın Latin alfabesine ikinci geçişiymiş. Şöyle ki; ülkenin resmi dili olan Özbek Türkçesi, Uygur diline yakın Türk lehçelerinden birisi ve Türk dil ailesinin Karluk grubuna aitmiş. 1920'lerden önce Özbeklerin yazı diline Türk dili (Çağatay Türkçesi) de deniliyor ve Osmanlı Devleti zamanında bizdeki gibi Arap alfabesi kullanılarak yazılıyormuş. Ancak Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde iş’te birlik” sözü uyarınca 1926'da Latin alfabesine geçiş kararı almışlar ve onların ardından Türkiye de Atatürk’ün öncülüğünde 1 Kasım 1928 yılında Latin alfabesine geçmiş. Yani Özbekler bizden 2 yıl önce Latin alfabesi kullanmaya başlamışlar aslında.

Burada tarihe bir not düşmekte fayda var; o dönem Türkistan’daki ve Kafkasya’daki bütün Türk Cumhuriyetleri Latin alfabesi kullanıyorlarmış. Ancak Atatürk’ün 1937’de rahatsızlanması ile birlikte Sovyetler Birliği’ni oluşturan bu devletlere Rusya baskı yaparak Slav kökenli Kiril alfabesine geçmeye zorlamaya başlamış. Ve 1940 yılında, Kiril alfabesi Moskova tarafından Özbekistan Sovyet Cumhuriyeti’ne kabul ettirilmiş. Sovyetler Birliği'nin çöküşüne kadar da kullanılmış. Evet, bu kadar dil bilgisi dersi yeter... Biz gezimize devam edelim...

Özbekistan 38 milyon nüfusu olan ve 449 bin km² yüz ölçümü ile Türkiye’nin yarısından biraz daha büyük bir ülke. Para birimi Som. 1 Som 2025 itibarıyla yaklaşık 0,0026 Türk Lirası. Ya da diğer bir tabirle 1 TL = 321 Som ediyor. Bundan da anlayabileceğiniz gibi Özbekistan Türkiye’den gidecekler için çok ama çok hesaplı bir ülke.

Halkının neredeyse tamamı Müslüman olduğu için et yemekleri konusunda kesinlikle bir sıkıntı çekmezsiniz. Ancak fazla et yemekten gut hastası olabilirsiniz, uyarmadı demeyin...

Gelelim Taşkent’in turistik mekânlarına...

Biz gezimizde Miran Otel’de kaldık. Ancak çok sayıda kaliteli otel alternatifi var... Hatta Taşkent Futbol Stadı’nın otelini bile tavsiye ediyorlar...

Gezimize Bağımsızlık Meydanı’ndan başladık. Meydanın yerel adı Müstakilik Meydanı. Burası aynı zamanda Özbekistan’daki en büyük meydan. Bir yanında Özbekistan Devleti’nin de sembolü olan Zümrüd-ü Anka (Simurg) Kuşu heykelleri, (bazı rehberler bu kuşların turna ve leylek olduğunu da söylediler) ve 2’nci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin batı sınırlarını korumak için Almanlar’a karşı savaşta ölen 538.000'den fazla Özbek askeri anıtına dikilen anıt göze çarpıyor.

O dönem 6 milyon olan Özbekistan’dan yaklaşık 1 milyon 900 bin kişi Nazilere karşı askere alınıyor ve bunların az önce dediğim gibi 4’te birinden fazlası ölüyor. 640 bini sakat kalıyor, 160 bin kadarı da kayıp olarak kayda alınıyor. Bu kadar devasa bir kayba rağmen ‘Sovyetler Birliği Kahramanı’ unvanı sadece 301 Özbek vatandaşına verilmiş verilmiş, 70 kişiye de Zafer Nişanı vermişler.

Gelelim günümüze; Meydanda bir küre önünde 6 metre boyunda bir anne ve elinde 3 metreden büyük bir çocuk heykeli var. Annenin tuttuğu bu çocuk heykeli aynı zamanda Özbekistan Devleti’nin dünyaya yeniden doğuşunu simgeliyormuş. Meydanın çevresinde çeşitli kamu binaları ve kurumlar bulunmakta.

Oradan dünyanın en büyük metrolarından birisi olan meşhur Taşkent Metrosu’na geçtik.

Taşkent Metrosu’nun içerisi ilmek ilmek işlenmiş. 1977 yılında açılmış olan Taşkent Metrosu. günümüzde Almatı metrosu ile birlikte Orta Asya'daki en büyük iki metro sisteminden birisiymiş. Sovyet dönemi metrolarının çoğu gibi istasyonları oldukça derin ve ince işlemeli.

Taşkent Metrosu dört hattan oluşuyormuş toplam 71 kilometre uzunluğunda ve 50 istasyonu ile yarım milyondan fazla kişiye her gün hizmet veriyormuş.

Emir Timur Meydanı durağında indik. Burada Emir Timur’un dev heykeli bizi karşıladı. Gerçekten de heybetli ve güzel bir sanat eseri... Meydan ise çiçeklerle dolu bir bahçe adeta... Timur konusu ise ileride...

HZ. İMAM KOMPLEKSİ VE SANDAL AĞAÇLARI

Hazreti İmam Kompleksi Taşkent'in Eski Şehir kısmında bulunmaktaymış. Komplekste Barak Han Medresesi, Muyi Mübarek Medresesi, Keffal Şaşi Türbesi, Tila Şeyh Camii ve Hast’i İmam Camii var. Bu kompleks Taşkent'in en önemli mimari eserlerinden biri olarak kabul ediliyormuş. Ünlü Türk-İslâam bilim insanı Ebu Bekir Kaffal Eş-Şaşi adına Hz. İmam Kompleksi adı verilmiş.

Taşkent'in İslam Kültür Başkenti ilan edilmesi ardından Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un talimatıyla inşa edilmiş. Caminin bahçesi ağaç ve çiçeklerle süslü. Cami bahçesindeki sütunlar Hindistan'dan getirilen Sandal ağacındanmış, hatta ne yalan söyleyeyim, mekânda sandal ağaçları çok hoş bir rayiha bırakmışlar. Bu nedenle biraz dikkat ederseniz meydan bile sandal ağacı kokuyor...

Ayrıca Özbekistan Din İşleri Başkanlığı ve Hz. Osman döneminde yazdırılan Kur’an-ı Kerimler’den birisi de burada sergileniyor. Rehberimizin dediğine göre Hz. Osman şehit edildiğinde okumakta olduğu bu Kur’an ve üzerindeki kan lekesi hâlâ göze çarpıyor.

Hz. Osman döneminde kaleme alınan Kur’an-ı Kerimler’den birisi İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda, Diğeri Mısır’da (Memlüklerde) ve bir diğeri de Taşkent’te bulunuyormuş.

KÖKELDAŞ MEDRESESİ VE 9. YY’DAN KALMA CAMİİ

Kökeldaş Medresesi, Çarşı Metro istasyonuna yakın bir yerde bulunan 16’ncı yüzyıl medresesi olup 1570 civarında Şeybanî hükümdarı Derviş Sultan tarafından inşa edilmiş. Medresenin sarı tuğlaları binaya ayrı bir hava katıyor. 20 metre yüksekliğinde Taç kapısı ve iç avlusu ile geleneksel kare yapıya sahip. İç avlunun etrafında talebelerin yaşadığı odalar var. Taç kapının iki yanında kuleler bulunuyor. Medrese 18’inci yüzyılda kervansaraya çevrilmiş, sonra kale olarak kullanılmış. Sovyet işgalinde önce ateizm müzesi, sonra halk müziği müzesi olmuş. 1990'larda Özbekistan SSCB’den ayrılınca bina tekrar medrese olmuş.

819'da İslâm Orduları komutanı Yahya ibn Asad, Taşkent’i ele geçirdiğinde Çorsu'nun (Çarşı) “eski şehri” bölgesinde bugün de görülebilen bir tepede atının üzerinden bakar ve "Burada yeni bir şehir - Maveraünnehir'ın kuzey karakolu Şaşkent inşa edilsin" diye emir vermiş. Dediği yere inşa edilen cami, meşhur Taşkent depremleri ile birkaç yıkılıp yeniden inşa edilmiş ve en son Nakşibendi Tarikâtı’nın büyük üstadlarından Taşkentli Ubeydullah Hoca Ahrar’ın girişimleriyle 1451’de yeniden inşa edilmiş. 1868 depreminde yeniden yıkılmış ve Rus Çarı 3’üncü Aleksandır’ın şahsi hesabından gönderdiği parayla 1888’de bir daha inşa edilmiş.

Taşkent şehir merkezinden yaklaşık 20 km. uzakta bulunan Zengi Ata kompleksi Emir Timur devrinde inşa edilmiş. Türbe aslında Emir Timur’un emriyle Hoca Ahmed Yesevi'nin onuruna inşa ediliyormuş; ancak binanın duvarı sürekli çöktüğü için inşaat tamamlanamıyormuş. Bir gece Emir Timur rüyasında Hoca Ahmet Yesevî’yi görmüş. Yesevî, anıtın sadık talebesi Ay Hoca'nın onuruna inşa edilmesi gerektiğini söylemiş. Ve bu sayede duvar tutturulmuş, inşaat tamamlanabilmiş...

Bu arada Emir Timur konusunu merak ettiğinizi farkındayım, az sabır Semerkant bahsinde geniş olarak işleyeceğiz...

Zenji Ata’nın sevgili eşi Amber Hatun’un (Bibi) türbesi de burada bulunmakta olup efsaneye göre, başarılı bir evlilik arayışında olan kızlar türbenin etrafını yedi kez süpürürlermiş. Hamile kalmayı hayal eden evli kadınlar da burada türbenin etrafında saat yönünde üç kez yürüyerek dua ederlermiş. Gittiğimizde biz de bu şekilde dua edip süpüren kızlar gördük ancak fotoğraflarını saygıdan dolayı çekmedik. Bu arada Özbekistan’da kadınlar halen geleneksel kıyafetleri sokakta rahatlıkla ve çoğunlukla giyiyorlar, erkekler ise genelde başlarına Özbek Takkesi takıyorlar.

TARİHİN VE MEDENİYETİN BULUŞMA NOKTASI

Gezimizin ikinci gününde Orta Asya Türk tarihinde çok önemli bir merkez olan Buhara’ya hareket ettik. Buhara hem manevî açıdan hem de tarihi ve doğal güzellikleri açısından Özbekistan’ın en önemli kenti diyebilirim...

Etrafı çöl olan Buhara için çok sayıda serinletme havuzu ile adeta ‘havuzlar şehri’ olmuş. Buhara Kalesi’ni ziyaretimiz esnasında ciddi bir çöl fırtınasına da yakalandık. Filmlerde izlediğimiz o meşhur çöl fırtınasının içerisinde bulunmak gerçekten de etkileyici... Kum taneleri, açıkta bulunan el ve yüzünüze adeta kurşun gibi saplanıyordu demem sanırım yeterli olacaktır...

İpek Yolu üzerinde bulunan Buhara, binlerce yıl ticaret, bilim, kültür ve din merkezi olarak hizmet vermiş. Kent 5000 yıllık tarihi boyunca, Buhara Hanlığı, Buhara Emirliği ve daha sonra Buhara Halk Sovyet Cumhuriyeti'nin başkenti olmuş. Ayrıca esas ünü ünlü Türk Hadis Bilimci İmam Buhari'nin doğum yeri olması olması nedeniyle de İslâm tarihinde ayrı bir öneme sahip...

Bu arada yazımızda bazı din bilginlerinden bahsediyor olmakla birlikte aslında Özbekistan akli bilimler konusunda çok daha ileri icat ve çalışmalara sahne olmuş bir coğrafya... İlk aklıma gelen Ali Kuşçu, Uluğ Bey, Zehiriddin Babur, İbn Sina (Avicenna), Biruni, Harezmi, Farabi’yi sayabilirim ayrıca Ali Şir Nevaî gibi bir edebî sanat üstadından bahsetmeden olmaz...

* * *

Buhara gezimize Emir Külâl’ın kabriyle başladık. Aslında bu mezar komplekslerinin her birisi başlı başına bir sanat eseri diyebilirim. Emir Külâl 1284 yılında Buhara’da dünyaya gelmiş astronomi ve din bilgini. Aynı zamanda Hoca Ahmet Yesevi’nin yolundan gelen Hacegânlığın da üyesi. Daha sonra Türklerin Müslümanlaşması’ndan büyük etkisi olan İmam Nakşibendi’nin de hocalığını yapmış. Bu nedenle başta Türkiye’den ve diğer Türk Cumhuriyetleri’nden Özbekistan’a çok ciddi sayıda turist, inanç turizmi için her yıl geliyor...

İmam Buhari, İmam Nakşibendi, Emir Külâl, İmam Tırmizi ve İmam Maturidî gibi akılcı İslâm anlayışının kurucularının hemen hepsinin yaşadığı yer Özbekistan ve civarıymış.

Biz de Buhara gezimizin ilk gününde İslâm’ın akılcı anlayışının temsilcisi İmam Maturudi’nin mezarını ziyaret ettik.

İmam Maturudi M.S. 844 yılında Semerkant’ta Türk anne ve babadan dünyaya gelmiş.

İmam Matüridî, Ebu Hanife'nin yolunu izlemiş, naaşı Semerkand'ın Cakerdize mahallesindeki bilginlerin gömüldükleri mezarlığa defnedilmiş. Bugün şehrin arka sokaklarında kalmış. 2005 yılında Özbekistan Devleti kabri üzerine türbe yaptırmış. Türbe oldukça sade ve huzurlu. Türbedarlığını torunu ile birlikte yaşlı bir Özbek dede yapıyorlar...

İmam Maturudî, İslâmiyet’in akılcılığının ve bilime önem veren bakış açısının temsilcisi. Bu bakımdan İmam Maturudi’nin verdiği bilgiler, aynı zamanda günümüzde ‘Türk Müslümanlığı’ olarak da bilinen bakış açısı. Maturudiliğin karşıtı ise Arap bakış açısını veren kaderci Eş’arilik. Bu bakımdan Türkler, genel olarak itikadî mezhep olarak Maturudiymişler..

İMAM NAKŞİBENDİ’NİN TÜRBESİ

Gezimizin devamında İmam Nakşibendi’nin de bulunduğu komplekse geçtik...

Bir inanışa göre İmam Nakşibendi, “Mezarıma gelmeden önce, beni yetiştiren annemi ziyaret edin” dediği için önce annesinin yaklaşık 20 km. kadar ilerideki kabrini ziyaret ettik. Gerçekten de kibar işlemeleri olan naif bir türbe olduğunu söylemek gerekir...

Daha sonra büyük bir gül bahçesi içerisinde olan İmam Nakşibendi’nin türbesine geldik. Mekânın çok kalabalık olduğundan ve dünyanın dört bir yanından binlerce insanın ziyaret ettiğinden bahsetmeme gerek yok sanırım.

1318 yılında Buhara’da dünyaya gelmiş. Gerçek adı Bahaeddinmiş. Yesevilik ve sonrasında gelen Hacegânlığın devamı olarak İmam Nakşibendi’nin öğretileri sistemleştirilerek Nakşibendilik tarikatına dönüşmüş. Bugün Türk dünyasında en yaygın tarikat. Daha sonra içerisinden pek çok kol ve tarikat çıkmış. Biz konunun ilahiyat bölümünü uzmanlarına bırakıp, tarihsel ve turizm ayağından devam edelim...

İmam Nakşibendi’nin türbesi çok sade. Ancak türbe kısmı aslında bir türbe değil. Mezarı korumak için yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde 3-4 metre uzunluğunda dikdörtgen bir duvar ile çevrilmiş. Asırlardır milyonlarca müridi olan bir şeyhin, asıl zenginliğin insan gönlünde olduğunu hâlâ vurgulaması gibi; baş ucunda tek bir mezar taşı var. Dergâh ise zamanla ek binalarla büyümüş.

++++

TARİHE TANIKLIK ETMİŞ KALE

++++

Daha sonra Buhara Kalesi’ne geçtik. Kalenin içerisi şu anda müze olarak kullanılıyor. İçerisinde

Büyük İskender’den son Buhara Emiri’ne kadar pek çok döneme ait eşya var. Türkistan tarzı kale mimarisi hem kale içerisinden hem de dışarıdan müthiş fotoğraflar sunuyor. Ancak biz dışarıdaki kum fırtınası nedeniyle o konuda biraz şansızdık...

Bilim insanları tarafından Türk kavimlerinden birisi kabul edilen Efresyablar’dan kalma duvar resimlerinden tutun da Makedonya’da bile asla göremeyeceğiniz Büyük İskender dönemine ait kılıçlar, heykeller ve paralar ile müze göz kamaştırıyor.

Buhara Emiri’nin Ruslar kaleyi kuşattığında medreselerdeki binlerce genci askere almaya kalkması karşısında, ‘Biz dua ediyoruz’ diyerek silah altına girmemeleri ve ardından birkaç gün sonra şehrin düşüşünü anlatıyor rehberimiz. O esnada aklıma bir tarafı Buharalı olan Mehmet Akif Ersoy’un, “Buhârâ! O mübârek, o muazzam toprak!

Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!

İbn-i Sinâ’ları yüzlerce doğurmuş iklîm,

Tek çocuk vermiyor âgûşuna ilmin, ne akîm!” şiiri geliyor. Günümüz Türkçesiyle:

“Ey Buhara! Ey o mübarek, o yüce toprak!

Aşağılanmanın kucağına girmiş, derin bir uykuya dalmışsın!

Bir zamanlar yüzlerce İbn-i Sina yetiştirmiş bu iklim,

Artık ilme bir tek çocuk bile vermiyor — ne kadar kısır!”

Aklın ve bilimin dışlanmasının sonucunu daha açık nasıl anlatabilirdi ki?...

* * *

Bu arada kalenin karşısında Kalan Minare adıyla bilinen yaklaşık 50 metre boyunda pişmiş topraktan yapılmış muhteşem bir sanat eseri var.

Hatta öyle ki Cengiz Han bütün Buhara’yı yakarken bu minareden etkilenerek yıktırmamış.

Karahanlı hükümdarı Muhammed Arslan Han tarafından 1127'de inşa edilmiş. Yukarı doğru daralan pişmiş tuğladan yapılmış. Tepesi dahil 48 metre yüksekliğinde, tabanda 9 metre ve tepede 6 metre çapında. Bu sayede onlarca depremi atlatmış.

Kulenin içinde tepeye ulaşmayı sağlayan sarmal bir merdiven bulunuyormuş. Kule tabanı, hem düz hem de çapraz olarak yerleştirilmiş tuğlalardan yapılmış dar süslemelere sahip. Ayrıca turkuaz taş bezemeleri de yer yer göze çarpıyor.

Savaş zamanlarında, gözetleme kulesi olarak da kullanılmış. Ruslar bu nedenle Buhara’yı almaya çalışırken bu minareye epey top atışı yapsalar da yıkmayı başaramamışlar. Ancak gülle ve kurşunlar hâlâ minarede duruyor.

Gelelim bölgedeki diğer eserlere...

Leb-i Havuz’un serin sularının kıyısında yürürken, tarihin derin izleriyle bezenmiş Takitekpakkuruşan ve Zarif Takizergeran çarşılarında otantik el sanatlarıyla karşılaşıyorsunuz... Demirciden ipek işçiliğine, porselenden deri işçiliğine kadar yüzlerce el sanatı hediyelik eşyayı burada çok hesaplı olarak temin edebilirsiniz. Ayrıca Buhara Kalesi etrafında sergilerde de çok kaliteli ipek, deri ve seramik ürünlere hesaplı bir şekilde ulaşabilirsiniz.

Cuma Mescidi'nin sade ama etkileyici atmosferi, yüzyılların huzurunu hissettiriyor. İslâm dünyasının önemli eğitim merkezlerinden Mir Arap Medresesi ise ilim ve irfanın asırlık mirasını günümüze taşıyor. Takiseferan’da tarih boyunca konaklayan kervanların izlerini sürerken, Minareyi Keran’ın göğe yükselen silueti size Buhara'nın görkemli geçmişini fısıldıyor. Buhara, adeta bir açık hava müzesi gibi ziyaretçilerini büyüleyen bir zaman kapısı aslında...

CAMİDE İBADET EDEN YAHUDİLER

Magaki Attar Camii dünya tarihinde ibadethane olarak dikkat çeken bir tarihi var. 9. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar süren İslâm öncesi dönemden bir Zerdüşt tapınağının kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Daha sonra bu tapınak yıkılmış ve yerine çok büyük bir kapalı çarşı inşa edilmiş, kimyasallar, iksirler, baharatlar, attar (parfüm) ve diğer ürünler satılan bir pazarmış burası. Buhara'daki ilk sinagogun inşa edilmesinden önce bu camide Müslümanlar’ın Yahudilere ibadet imkânı sağladığı yazıyor... Bazı kaynaklar Buhara Yahudileri’nin ve Türklerin aynı anda ibadet ettiğini, bazılarıysa Yahudilerin, Müslümanlar camiden çıktıktan sonra ibadetlerini gerçekleştirdiğini söylüyor. Bu cami, Orta Asya'daki ayakta kalan en eski camilerden birisi. Bazı kaynaklar en eski cami diyorlar ki bu bilgi kesinlikle yanlış. Çünkü 8’nci yüzyıldan kalma camiler de var. Örneğin Afganistan’daki Tarikhane Camii gibi. Fakat Moğol istilasından önceki zamandan Buhara'da ayakta kalan birkaç eserden biri olduğu kesin. 12’nci yüzyılda Karahanlılar binayı yeniden inşa etmişler.

Gelelim Balây-ı Havuz Camii’ne...

Burası ahşap ve taş işçiliğinin uyumunun dünyadaki en güzel örneklerinden birisi olabilir. Dışarıdaki benzersiz ve güzel ahşap sütunları nedeniyle bu caminin özel bir yeri var. Tavanın her tarafında muhteşem ayrıntılı, renkli resimler ve içerideki güzel ahşap oymalar renkli ışıklarla birlikte insanı adeta başka bir dünyaya götürüyor... 20 sütunun önündeki küt minare ve büyük bir serinlik havuzu gerçekten de görülmeye değer. Yazımızın başlarında dediğim gibi Buhara’da kenti serinletmek ve iklimi düzenlemek amaçlı bu şekilde sığ fakat geniş çok sayıda tarihi havuz var.

Nadir Divan Bey Medresesi’nde akşam yemeğimizi yemeden önce size biraz da bu önemli eserden bahsedeyim... 1622 ile 1623 yılları arasında Buhara Hanı İmam Kuli Han'ın veziri Nadir Divanbeyi (Nadir Mirza Togay ibn Sultan) tarafından yaptırılmış. Girişteki taç kapısında 2 zümrü-ü anka kuşu, 2 beyaz geyik ve “güneşten adam” yüzü tasvir edilmiş. İçeride ise Özbekistan halk müziği eşliğinde servis sunan bir restoran var.

NASRETTİN HOCA BUHARALI MI?

Türk fıkra edebiyatının en önemli temsilcisi olan Nasrettin Hoca hakkında Batı ve Doğu Türklüğü arasında müthiş bir edebî çekişme vardır. Anadolu’da Nasrettin Hoca Sivrihisar veya Konyalı denilirken, Özbekistan’da Buharalı olduğu söylenmektedir. Hangisinin doğru olduğuna tarihçiler karar veredursunlar, Özbekistan’daki ve Türkiye’deki fıkraların hemen hemen aynı olması ve eşeği ile ilgili fıkraları dahi dikkat çekici benzerliktedir. Bu arada Özbekistan’da Hoca Nasreddin olarak söyleniyor ve bizimkinin tasvirlerinden biraz daha zayıf. Anadolu’da Nasrettin Hoca’yı şişmanlatmışız biraz... Burada Nasrettin Hoca’nın doğduğunda, ağzında dişleri olduğuna inanılıyor. Ve Buhara’da hâlâ çocukları neşelendirmeye devam ediyor...

Daha sonra İsmail Samani’nin türbesine geçiyoruz. Samani Devleti’nin kurucusu İsmail Samani bir görüşe göre ilk Müslüman Türk Devleti’nin sultanı çünkü Karahanlılar’dan önce yaşamış...

İsmail Samani’nin kabri 10’uncu yüzyılda inşa edilmiş. Erken Türk-İslâm mimarisinin ikonik örneği olarak kabul ediliyor. Yaklaşık olarak 900'den 1.000'e kadar hüküm süren güçlü ve etkili Samani aile hanedanının mezar alanı olarak inşa edilmiş. Cengiz Han geldiğinde türbe şehrin biraz dışında olduğu ve sel çamuru altında kaldığı için yıkımdan kurtulmuş. 1926 yılında Ruslar yeniden keşfedinceye kadar türbe bu sayede korunmuş. İçi Hint – Türk mimarisi bir hava veriyor. Oysa Hint mimarisinin o dönem Türkistan’da bulunma ihtimali yok. Çok ince işlemeli şaşırtmalı tuğla yapısı olan türbe, bugün bir lunaparkın yanında çok sayıda ziyaretçiyi ağırlıyor...

Az ilerisinde Çeşme-i Eyüp bulunmakta. Eyüp Peygamber’in burayı ziyaret ettiği ve asasını yere vurarak bir kuyuyu açtığı efsanesini bize anlattılar. Bu kuyunun suyunun şifalı olduğuna inanılıyor. Mevcut bina Timur döneminde inşa edilmiş ve Buhara'da nadir görülen Harezm veya Selçuklu tarzı konik bir kubbeye sahip. Aynı zamanda binanın arkasında bir mihrap bulunmakta ve bu odanın içinde Hz. Eyüp'ün ayak izi ve türbesi bulunmakta. Mihrap kapısının üstünde, Hz. Eyüp'ün Buhara ziyaretini anlatan yazılı bir tahta levha da bulunmakta.

Oradan Buhara’nın 50 km. kadar ilerisindeki Gucdivan’a geçtik. Buradan 1103 tarihinde doğmuş olan bir hemşehrimiz olan Abdülhâlik Gucdüvânî’nin türbesi varmış. Hemşehrimiz diyorum, çünkü babası Malatya’dan Buhara’ya göç etmiş... Tasavvuf tarihindeki bu önemli mekânı ziyaretin ardından çöle doğru yola çıktık.

Özbekistan'ın çölleri ülke topraklarının yarısından fazlasını işgal etmekte ve çöller cumhuriyetin kuzeybatısından doğuya doğru yavaş yavaş küçülüyor. Kızılkum, Aralkum, Üstyurt Yaylası, Aç Bozkır ve Sandıklı çölleri varmış.

EMİR TİMUR’UN BÜYÜLEYİCİ BAŞKENTİ

Semerkant’a doğru yolculuğumuz, Timur Devleti’nin muhteşem başkentine olan bir seyahatten çok daha ötesiydi aslında...

Yolda Semerkand’a 25 km. mesafede Hartang köyünde İmam Buharî’nin türbesine uğradık.

İmam Buharî, hadis alanında dünyada en üst otorite olarak kabul edilen Türk din bilgini. 21 Temmuz 810 yılında Buhara şehrinde doğmuş, 869 yılında vefat etmiş. Türbesi alışılmış türbe mimarisinden çok farklı bir bahçe içerisinde direklerle çevrili hoş bir mekân...

Daha sonra Semerkant’ın merkezinde bulunan Registan Meydanı’na geçtik. Orta Asya Türk mimarlığının nadir örneklerinden birisi burası. 15’inci asırda Emir Timur'un torunu Uluğ Bey tarafından kurulan, üzeri çinilerle bezenmiş taç kapılara sahip üç ayrı medresenin bir arada bulunduğu, Semerkant'ın merkezindeki bu meydan, sadece Özbekistan’ın değil, aynı zamanda Orta Asya’nın da merkezi adeta... Söz konusu üç medrese hakkında kısa bilgi vermek gerekirse:

Uluğ Bey Medresesi Emir Timur’un torunu Uluğ Bey tarafından 1417-1420 yılları arasında inşa ettirilmiş.

Şir-Dor Medresesi Uluğ Bey Medresesi'nin tam karşısında yer alan medrese olup 1619-1635 yıllarında inşa edilmiş.

Tilla-Kâri Medresesi Uluğ Bey Medresesi ile Şir-Dor Medresesi arasında konuşlandırılmış, 1647-1659 yılları arasında inşa edilmiş.

Registan Meydanı sadece bir meydan değil aslında Semerkat’ın kalbin attığı büyüleyici bir mekân. Meydana çıkan ana yollar, mağaza ve eğlence mekânlarıyla sabaha kadar cıvıl cıvıl olan bir merkez.

Bir de ‘Çayhane’ler var. Ailece veya yalnız olarak oturup yeşil çay veya siyah çay içebileceğiniz bu müstesna mekânlar, büyük katlı binalar veya çay bahçeleri şeklinde. Sedirlerde oturup çini kâselerinizden yeşil çayınızı yudumlarken, arkadaşlarınızla veya ailenize koyu bir sohbete dalabiliyorsunuz...

BİLİME KARŞI İSYANIN ACI HATIRASI

Sabah kalkar kalkmaz tarihte bilime karşı yapılmış en önemli darbelerden birisinin indirildiği Uluğ Bey Rasathanesi’ne gittik. Uluğ Bey aslında hem bir bilim insanı hem de bir devlet başkanıymış.

Uluğ Bey Rasathanesi, 1421 yılında Timur İmparatorluğu'nun 4’üncü sultanı Uluğ Bey tarafından yaptırılmış. 3 katlı bir gözlem evi ve medreseymiş..

Rasathanede devrin ünlü astronomları Ali Kuşçu, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid birlikte çalışmışlar. Son kısımları 1449 yılında Uluğ Bey tarafından tamamlanan ve tarihe Ziyci Sultanı veya Zeyci Kürkanı olarak geçecek eseri bu rasathanede hazırlamışlar. Hatta Semerkant Medresesi’nde yapılan matematik ve astronomi çalışmalarını pratiğe uygulamak, sonuçlarını hazırlanacak bir eserle ilim dünyasına sunmak gayesiyle inşa edilmiş.

Ancak gökyüzüne yapılan incelemelerden rahatsız olan yobaz bir güruh tarafından isyan edilmiş ve oğlu Abdüllatif tarafından da desteklenen isyan neticesi Uluğ Bey oğluna teslim olmuş ancak oğlunun askerleri tarafından hacca giderken öldürülmüş. Rasathane ise yağmalanmış ve yıkılmış. Daha sonra 1908’de Rus işgali döneminde yeniden keşfedilerek gün yüzüne çıkarılmış. Şu anda içerisinde bir müze ve rasathanenin o dönemden kalma “30 metre çapında sekstant gözlem aleti” bulunmakta.

Daha sonra Bibi Hanım medresesi ve camine geçtik. Burası Semerkant'ın en önemli anıtlarından birisiymiş. 15. yüzyılda İslâm dünyasındaki en büyük ve görkemli camisiymiş. Timur’un Hindistan Seferi ve Anadolu Seferi arasında 5 yılda inşa edilmiş. Aceleye geldiği için sürekli tamir edilerek ayakta tutulmuş ve zamanla yıpranan caminin büyük bir bölümü Sovyet döneminde restore edilmiş ve bu sayede günümüze kadar gelmiş.

Dünyanın en eski pazarlarından birisi olan Siyob Pazarı mimari olarak 7 hektar alana kurulmuş turkuaz kaplı bir kubbe ve çok katlı olarak inşa edilmiş.

Eski şehir bölümünde yer alan Siyob Pazarı denilen çarşı, sadece Semerkant'ın değil bölgenin de en önemli pazarıymış. Binlerce yıldır aynı yerde kurulan bu pazar, Bibi-Hanım Camii'nin bitişiğinde yer alıyor. Ünü nedeniyle sadece yerel halk tarafından değil, yerli ve yabancı turistler tarafından da ziyaret ediliyor. Pazarda, bakliyat, şekerleme, sebze, meyve, porselen ve giyim tezgahları ayrı ayrı bölümlerde yer alıyor. Ayrıca ana binanın etrafında da pazarda porselenden Özbek Pilavı’na ve hatta kurt, geyik vb. postlarına kadar pek çok ürün satılıyor. Ayrıca dantel işlemeli Semerkant ekmeğinin yüzlerce çeşidini burada görmek mümkün.

MEZARLIK BU KADAR MI GÜZEL OLUR!

Türkçe karşılığı yaşayan sultan olarak çevirebileceğimiz Şah-ı Zinde Anıt Kompleksi aslında her biri birer sanat eseri olan türbeler topluluğu.

Modern Semerkant'ın yakınında eski bir Türk yerleşim yeri olan Afrasiab (Efrasyab) 13’üncü yüzyılda Moğollar tarafından ortadan kaldırınca Afrasiab'ın güney eteklerinde, "Şahi-Zinde" adlı bir türbe grubu oluşturulmuş. Hz. Muhammed'in kuzeni Kusa-ibn-Abbas, 7’nci yüzyılda Semerkant'a İslâm'ı yaymak üzere gelir. Daha sonra Kusam-ibn-Abbas'ın, namaz kılarken şehit edilir ve buraya defnedilir. Emir Timur döneminde bölge hanedan sülalesinden kişilerin de buraya defnedilmesiyle birlikte popüler hale gelir. Çoğu 14 ve 15’inci yüzyıla ait 20 türbe şu anda ziyaretçilerini karşılıyor.

* * *

Hızır Cami ise Semerkant’ın tepe noktasında bulunan gizemli ve çok renkli bir yapıt. Halkın inanışına göre Hazreti Hızır, Cuma günleri buraya gelirmiş. Bu nedenle Cuma günleri Hızır’ı görmek için gelen halk nedeniyle çok kalabalık oluyormuş.

Hz. Hızır Camii Moğol istilasında Cengiz Han'ın askerleri tarafından yıkılmış. 1854 yılında Buhara Emiri Muzaffer Han'ın emriyle Semerkant esnafı tarafından eski temelleri üzerinde yeniden inşa edilmiş. Caminin terası ve giriş kapıları 1899 yılında inşa edilmiş. Daha sonra Özbekistan Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı İslam Abduganiyeviç Kerimov vefat edince, "Hazreti Hızır Camii” bahçesine 3 Eylül 2016'da defnedilmiş türbesi de 2018 yılında şu anki Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev tarafından açılmış.

DANYAL PEYGAMBER’İN MEZARI

Özbekistan’da Eyüp Peygamberin mezarının yanı sıra Danyal (Danyar) Peygamber’in de mezarı bulunduğuna inanılıyor.

Uluğ Bey’in rasathanesi, Hızır Cami ve Danyal Peygamber’in kabri birbirlerine çok yakın mevkilerde ve mutlaka görülmesi gereken bir yer.

Daniyar Peygamber, bir gelecek bilimci, rüya yorumcusu, Babil kralı ve Pers hükümdarlarına danışman olarak tarihe geçmiş. Nebukadrezzar Kudüs'ü fethinden sonra esir alınmış. Daniyar, Babil'de neredeyse yaşının ötesinde bir zekâ göstermiş, mükemmel bir hafızaya sahipmiş. Bilim ve sanattaki başarılarından dolayı Babil krallığında ün kazanmış. Gelelim Semerkant’a gelişine; Emir Timur Şuşa’yı kuşattığında şehri bir türlü alamıyormuş, Danyal Peygamberin kenti işgale karşı koruduğu söyleniyormuş. Sonunda kenti savunanlarla bir anlaşmaya varmışlar. Danyal Peygamber’in kabrine karşılık kenti bağışlayacağına söz vermiş ve Danyal Peygamber’in naaşını Semerkant’a getirip yaptırdığı türbeye defnetmişler.

BİR KÖR İLE BİR TOPALA KALAN DÜNYA

Otelimizden yürüyerek Emir Timur’un kabrine geldik. Emir Timur Türkiye’mizde ‘Timurlenk’ veya ‘Aksak Timur’ adıyla daha çok biliniyor. Bildiğiniz gibi Türklerde eskiden devlet idaresinde bulunan kişiler eğer ‘Han’ soyundan geliyorlarsa yani asalet varsa unvan olarak ‘Han’ adını kullanırlar. Bunun için de ya Oğuz Han’ın soyundan veya Cengiz Han’ın soyundan gelmeniz gereklidir. Bu iki soydan birine mensup değilseniz ‘Han’ unvanı alamazsınız. Bu nedenle Emir, Sultan, Şah, Padişah gibi unvanlarla devleti yönetmeye devam ederlermiş. Timur da bu nedenle ‘Emir’ unvanını kullanmış, ama yanında Cengiz Han soyundan birisini mutlaka yanında gezdirerek halk arasında prestijini korumuş..

Biz ise Timur’u daha çok 1402’de Yıldırım Bayezıt ile giriştiği Ankara Savaşı’ndan tanıyoruz. Savaş neticesi Yıldırım Bayezıt Timur’e esir düşmüş. Ve Osmanlı Devleti’nden ‘Fetret Devri’ denilen dönem başlamış. Gözünden rahatsız Bayazıt ile bir bacağından yaralı Timur arasında şu konuşma geçtiği rivayet edilir: “Bu dünya senin gibi bir kör ile benim gibi bir topala kalmışsa vay haline!”

İki cihangirin savaşı neticesi batıda Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da ilerleyişi bir süre dururken, doğuda Timurluların Çin ve Hindistan fetihleri de yarım kalmıştır. Sonuçta her ikisi de kaybetmiş...

Evet Timur’un türbesi gerçekten de göz alıcı altın işlemelerle süslü. Aslında kendi sandukası olabildiğince sade yapılmış. Çıktığı Çin seferi sırasında, -günümüzde Kazakistan sınırları içinde yer alan- Otrar’da 18 Şubat 1405’te ölen Timur’un cenazesi Semerkand’a getirilerek, vasiyeti gereği hocası ve üstadı Mîr Seyyid Bereke’nin ayak ucuna gömülmüş. “Hocamı ziyarete gelenler, benim kabrimi çiğnesinler” diye vasiyette bulunmuş. Timur'un ayak ucunda ise çok sevdiği torunu Uluğ Bey’in kabri yer alıyor.

Tabi daha sonra türbesinin kapısının yeri değiştirilerek Emir Timur’un kabrine basılması engellenmiş.

İçerisi altın ve turkuaz işlemeli, muhteşem ve göz alıcı bir güzellikte. Tavanda küçük ayna kırıntıları yıldızlı gökyüzü havası veriyor. Gece gerçekleştirilen ışıklandırması ile ayrıca görülmeye değer...

Gelelim Ruhabâd Türbesi’ne...

Semerkant'ın kalbinde olan, Ruhabad Türbesi manevîyatın ve mimarînin ortak bir anıtı olarak dikkat çekiyor. 1380'de Emir Timur tarafından yaptırılan bu türbe, Şeyh Burhaneddin Sagaradzhi adına inşa edilmiş. Şeyh Burhaneddin Doğu Türkistan'ın göçebe Uygur Türkleri arasında İslam'ı yaymak için önemli faaliyetleri olmasının yanı sıra iyi bir diplomat da olduğu ve bilimsel çalışmaları ve bir Çinli prensesle evliliği ile Çin'deki Yuan hanedanının sarayında önemli bir statü kazanmış. Bugünkü Çin’de vefat ederek naaşı Semerkant’a getirilmiş.

Semerkant gezimizin son durağı olan Ubeydullah Ahyâr türbesi ile gezimizi nihayete erdiriyoruz. 1403 senesinde Taşkent’te doğan Ahyâr, 1490 yılında Semerkat’ta vefat etmiş, hakkında çok fazla menkıbe olan bu önemli zatın kabri aynı İmam Nakşibendi’ninki gibi başucundaki sade bir mezar taşından oluşuyor. Türkiye’den gelenlerin özellikle ziyaret ettiği önemli bir mekân olan türbesinin yanındaki caminin ahşap sütunları ve mermerden oyma avizeleri sanatsal anlamda mutlaka görülmesi gereken eserler...

Taşkent’teki Kökçe Camii ve Özbekistan’dan ayrılış...

Taşkent'in tarihi şehir kısmında kalan, cami ve türbeden oluşan bu mekân beyaz taştan mimarisi ve mavi kubbeleri ve cami içinde tavanın da mavi renkli olması nedeniyle de oldukça dikkat çekici. Özbekistan’da camilerin çoğunun tavanının içinin gök mavisi olduğunu burada belirtmekte fayda var. Bu özelliği bir de Makedonya Üsküp’te Bit Pazarı’nın yanındaki Çarşı Camii’nin tavanında görmek mümkün. Caminin diğer adı, 1164 yılında doğan ve türbesi de Emir Timur tarafından yaptırılan Şeyh Zeyniddin Camii olarak da geçiyor.

Daha sonra Sinbad ve Binbir Gece Masallarını anımsatan bu rüya ülkeden Türkiye’ye dönmek üzere Taşkent Havalimanı’na geçiyoruz.

* * *

Özbekistan ile ilgili üç önemli not...

Özbekistan ayrıca bilinenin aksine Çin yerine dünyanın ilk kâğıt icat edilen ülkesi ve bugün hâlâ geleneksel yöntemlerle dere boyunda kâğıt imalatı devam ediyor. (Çin kaynaklarında M.S. 2’nci yüzyılda Cai Lun’un kâğıdı bulduğu yazıyor, Semerkant’taki kayıtlar M.S. 7’nci yüzyıla kadar gidiyor. Ancak öncesi yağmalanmış. Tarihler yakın olduğu için kimin doğru söylediği bence tartışmalı.)

Ayrıca Afrasyab adlı Hızlı Tren ile Özbekistan ulaşım anlamında çok önemli bir konumda. Afrasyab ile saatte 200 km hızla ilerlerken camdan dışarı baktğınızda uçsuz bucaksız bir çöl manzarası eşliğinde başı dumanlı ve karlı Tanrı Dağları’nın (Tien Şan – Çince’de cennet anlamına gelirmiş, eski Türkçe’de ‘Tengri Tagh’ – Tanrı Taht) batı kolunu görebilirsiniz. Orta Asya'da bulunan büyük bir sıradağlar sistemi olan Tanrı Dağları’nın en yüksek noktası, 7.439 metre ile Kırgızistan’da bulunurmuş. Tanrı Dağları silsilesinin en alçak noktası ise deniz seviyesinden 154 metre aşağıda bulunan Turpan (Turfan) çöküntü alanıymış... Burası aslında silsilenin de sonu oluyormuş. Tanrı Dağları, bugün Çin yönetimindeki Sincan – Uygur Özerk Bölgesi'nden (Doğu Türkistan) Kırgızistan, Tacikistan, Kazakistan ve Özbekistan'daki batı kısmına kadar uzanıyormuş...

Son olarak; bizim gezi programımız Taşkent, Buhara ve Semerkant olarak plânlanmıştı. Elbette Özbekistan’ın gezilecek pek çok önemli tarihi ve turistik yeri var. Fergana Vadisi ve Hive (Harezm) ise bunların başında geliyor. Ne diyelim, oraları da bir daha ki sefere sizinle paylaşalım...