2025 - May

Moldova

Koca Yürekli Küçük Ülke

Dünyanın pek çok ülkesini görmüş biri olarak; ‘Moldova için bu kadar büyük fırsatların bu kadar dar bir alanda bir arada toplandığı bir coğrafya görmedim’ diyerek söze başlayarak sizlerle birkaç gün sürecek Moldova turumuza başlıyoruz...

Moldova’nın Ankara Büyükelçisi Sayın Dimitri Croitor ve Ankara Büyükelçiliği Misyon Başkan Yardımcısı/Danışman Sayın Vasile Chitii’nin telefon etmeleri ile başlayan bir süreç neticesi 5 günlük Moldova Gezimizi birkaç gün boyunca sizlerle paylaşacağım. Ancak sözlerime başlamadan önce Sayın Büyükelçisi Sayın Dimitri Croitor ve Sayın Vasile Chitii’ye bu önemli organizasyon nedeniyle bana duydukları güven ve verdikleri destek nedeniyle teşekkür etmek istiyorum... * * Evet, gelelim Moldova’ya... Moldova veya resmî adıyla Moldova Cumhuriyeti, Avrupa’nın doğusunda Romanya ve Ukrayna arasında kalan stratejik önemi olan bir ülkedir. Önemli diyorum, çünkü tarihte o kadar önemli olaylara sahne olmuştur ki, yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde siz de bana hak vereceksiniz eminim. Moldova, uluslararası insani gelişim endeksi bakımından oldukça üst sıralarda bulunurken, buna tezat bir şekilde kişi başına millî gelir olarak Avrupa’daki alt sıralarda bir ülke. Moldova parası olan 1 Ley şu anda yaklaşık 2,5 TL. (Haziran 2025) Başkenti Kişinev olan Moldova’nın nüfusu 2,5 milyon kişi civarında. 1991 yılında SSCB'nin (Sosyalist Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nin) dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanmış. 33.846 km² yüz ölçümüne sahip olan ülkede resmi dil Romence. Ancak Gagauz Türkleri (Gök Oğuz) ve Ruslar’ın da bulunması nedeniyle bölgesel olarak Türkçe ve Rusça da konuşuluyor. Gagauz Türkçesi, bizim Türkiye Türkçesi’ne çok yakın. Trakya ağzına çok benziyor. Konuştuğunuzda anlamamanız mümkün değil. Elbette bunda Gagauzlar’ın Oğuz boyundan gelmesi ve bölgenin uzun asırlar boyunca Türk hakimiyetinde kalması nedeniyle dillerini muhafaza edebilmiş olmaları çok önemli.

BOĞDAN’DAN MOLDOVA’YA...

Moldova Ortodoks Hristiyan bir ülke. Romanya ile çok derin akrabalık bağları var. Tarihte Türkler tarafından bölge Boğdan olarak adlandırılmış. Uzun yıllar Osmanlı idaresinde kalmış daha sonra Osmanlı Devleti ile Rus Çarlığı arasında pek çok kez el değiştirmiş. Ruslar bölgeyi işgal ettiklerinde Boğdan adını Beserabya olarak değiştirmişler. Moldova adı ise tarihte kurulan Moldova Prensliği’nden geliyor. Moldova Prensliği, 16. yüzyıldan 1812 yılına kadar 300 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı kalmış, 1812 yılında Bükreş Antlaşması ile Moldova Prensliği'nin bir kısmı Rus Çarlığı’nın işgaline uğramış. 1918 yılına kadar Rus İmparatorluğu'nun bir vilayeti olarak kalmış. 1856'da Türk – İngiliz ve Fransız müttefik ordularına karşı Kırım Savaşı'nı kaybeden Rusya, Güney Besarabya bölgesini Moldova'ya vermiş ve üç yıl sonra Moldova (Boğdan) ile Eflak birleşerek Romanya Prensliği'ni kurmuşlar. Ancak 93 Harbi sonrası Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle ve Rusya’nın iyice güneye inmesiyle bunu engellemek için Avusturya - Macaristan, İngiltere, Fransa, Almanya ve Osmanlı Devleti’nin girişimleriyle gerçekleşen 1878 yılındaki Berlin Antlaşması ile Romanya’nın bağımsızlığı sağlanırken toprakların bir kısmı Rusya'ya verilmiş ve Moldova da bu şekilde yeniden Rus işgaline uğramış. Bu tarihten sonra da dönem dönem değişiklikler olsa da SSCB yıkılıp, komünizm çökünceye kadar, Rus baskısı bir şekilde devam etmiş. Gezi yazımızda ara ara tarihi olaylara atıf yapacak olsak da şimdilik, geçmişi geçmişte bırakıp; gezimize başlayalım...

MOLDOVA HAVALİMANI’NDAN GİRİŞ

Moldova’ya giderken özellikle yanınızda bulundurmanız gereken bir şey yok. Ülkede her aradığınızı bulabiliyorsunuz. Yemek konusunda ‘domuz eti’ ve ‘alkol’ hassasiyetiniz olduğunu söylediğinizde size her türlü kolaylığı sağlıyorlar. Bu yönden Türkler için bir sorun olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Moldova’ya Türk vatandaşları normal şartlarda çipli yeni kimlik kartıyla girilebiliyor. Ancak Ukrayna – Rusya savaşı nedeniyle güvenlik önlemleri biraz artırılmış durumda. Bir de Türkiye üzerinden Irak, Suriye, Afganistan ve Libya vb. doğumluların Türk vatandaşı olarak Batı Avrupa’ya geçmek için Moldova’yı kullanmaya çalışmaları nedeniyle zaman zaman gümrüklerin sıkılaştığını söylediler. Benim size tavsiyem: Yanınızda mutlaka pasaportunuz yine de bulunsun. Ayrıca Moldova’da konaklayacağınız yerin rezervasyonunu ve Türkiye’ye geri dönüş biletinizi de gerektiğinde pasaport polisine göstermeniz gerekebileceğini dikkate alarak, davranmanızı önemle tavsiye ederim. Mayıs sonu itibariyle Moldova Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın davetlisi olarak Bir saat on dakikalık bir uçuşla gittik. İklim mevsim itibariyle ülkemizin Marmara bölgesiyle aynıydı. O nedenle bir sıkıntı yaşamadık. Almanya, İngiltere, Çin, Avusturya, Polonya, Romanya, Moldova, Fransa ve elbette Türkiye’den basın mensubu olarak benim katılımımla düzenlenmiş basın turu kapsamında ülkenin tarihi ve turistik yerlerini gezip, fotoğraflayıp sizin için aktarmaya başladık... Bu arada Türkiye’den beraber geldiğimiz, ekibimize de çok ciddi katkı sağlayan ve yolculuk esnasında tanışmaktan büyük mutluluk duyduğum Türk turizminin duayenlerinden ve FİJET’in (Seyahat Gazetecileri ve Yazarlar Federasyonu) Başkan Yardımcısı Sayın Delal Tahsin Atamdede’yi de burada anmadan geçemeyeceğim. Rehberimiz Adelina bizim havaalanında karşıladıktan sonra Polonyalı gazetecilerle birlikte Kişinev merkezdeki Manhatan Oteli’ne gittik. Orada diğer rehberlerimiz olan Elena, Alâ ve Anna ile de tanışmış olduk. Havaalanından çıkar çıkmaz kulağı küpeli, şirin bir köpek bizi karşıladı. Polonyalı arkadaşımızın köpekle oyununu görmeniz gerekirdi... Bu anlamda Moldova, sokakta köpek ve kedi görebileceğiniz ender Avrupa ülkelerinden birisi. Ancak elbette sayıları bizdeki gibi değil, köpeklerin boyutları da bizimkilere göre çok daha küçük ve makul bir düzeyde olduğunu belirtmem gerekir. Otelimizde akşam yemeği sonrası yanımızda İzmitimiz’in ve Kocaelimiz’in medar-ı iftiharı olan pişmaniyemizden ve kendi kitabımdan protokol üyelerine hediye ettik ve gazeteci arkadaşlara ikram ettik. Ne yalan söyleyeyim, bizim pişmaniyeye herkes bayıldı...

TÜRK GİRİŞİMCİLERE BÜYÜK FIRSAT

Daha sonra basın mensupları dinlenmeye çekilince otelin az ilerisindeki hipermarkete her zaman yaptığım gibi, Türkiye’den hangi ürünler var diye bakmak için gittim... Moldova iklimi zeytin yetişmesine müsait değilmiş. O nedenle zeytin ve zeytin yağı çoğu Doğu ve Kuzey Avrupa ülkesinde olduğu gibi ithal geliyor. Moldova piyasasını ise Yunanistan ve İspanya ele geçirmiş. Hatta orada dediklerine göre Türkiye’den zeytin Yunanistan’a satılıyor, Yunanistan üzerinden Yunan markası olarak Moldova’ya giriyormuş. Buradan Türk zeytin sektörüne duyurulur... Markette Türkiye’den sadece 4 marka ürün görebildim, Koska Helvası, İncir, Elmas marka bisküvi ve Colgate’in Türkiye’de üretilen diş macunu. Bu arada markette et reyonu dikkatimi çekti ki buna değinmeden geçemeyeceğim. Balık çeşidi Prut ve Dinyester nehirleri nedeniyle oldukça zengin. Fakat Türkiye’de kolay kolay marketlerde göremeyeceğiniz bazı et çeşitleri raflarda mevcut. Mesela, bıldırcın, ördek, kaz, tavşan, koyun, keçi ilk dikkatimi çekenler oldu. Bizde standart bir markette bu et çeşitlerini görmeniz mümkün değil. Bu nedenle hayvancılık konusunda Moldova’ya özendiğimi söylemem gerekecek. Bu anlamda Moldova, hem para değerimizin düşük olması hem de tarihten gelen Türk dostluğu nedeniyle Türk yatırımcılar ve girişimciler için büyük fırsatlar sunuyor. Özellikle Romanya ile sıkı ilişkileri olması ise bu ülke üzerinden Avrupa’nın diğer pazarlarına açılmak için de imkân sunuyor.

KIZIL YILDIZLI ANIT

Moldova’da gece yarısına kadar açık pek çok yer bulunuyor olmakla birlikte dükkânlar genel olarak 21.00 gibi kapanmış oluyor. Hipermarket ziyareti sonrası otelimizin hemen karşısında olan tarihi bir Ortodoks kilisesini sizler için dıştan fotoğrafladım. Daha sonra ise cadde boyunca yürüyerek 2’nci Dünya Savaşı’nda savaşırken ölen askerler için Sovyet işgali döneminde dikilmiş üzerinde hâlâ ‘Kızıl Yıldız’ olan büyük bir anıt gördüm. Daha sonra Moldova içerisinde çok sayıda benzer anıt görmüş olmama rağmen o esnada çok şaşırdığımı söylemeden geçemeyeceğim. Hatırlarsanız geçen yılki St. Petersburg – Rusya Federasyonu gezimizde Sovyet Rusya döneminden neredeyse hiçbir izin Rusya’da kalmamış olduğundan bahsetmiştim. Moldova’da görünce şaşırmadım değil... Bu arada gece dolaşırken geç olduğu için kapanmış bir AVM’nin dış cephe reklâmlarında FLO, LCW ve Karaca markalarını da gördüğümü söylemem gerekir. Gece bir başka dikkatimi çeken şey de şehir içi ulaşımda troleybüslerin kullanılıyor olması. Ancak troleybüsleri geliştirmişler, havai hat olmadığında da güneş enerjili elektrik pilleri sayesinde antenlerini indirip yollarına devam ediyorlar.

TÜRK TOPLARINDAN YAPILAN DEV ÇAN

Ertesi sabah 07.00’de kahvaltımızı edip yola çıktık. Troleybüs ile kısa bir şehir turu attık. Bu esnada yağmur olduğu için çok güzel fotoğraf alamama rağmen Kişinev’in tarihi Su Kulesi’ni kısaca size anlatayım: Kişinev Su Kulesi, 19. yüzyılın sonunda Alexander Bernadazzi'nin projesi ile inşa edilmiş mimarî bir anıt. Kişinev'in su sisteminin ana parçasıymış ve yaklaşık olarak 1940’a kadar bu şekilde kullanılmış. Depremde yıkılmış, sonra itfaiye binası ve yangın gözetleme kulesi olmuş ve tamir edilerek müzeye dönüştürülmüş. Şu anda Kişinev Şehir Müzesi'ne ev sahipliği yapıyor. Bir de SSCB döneminden kalma bir gece evvel gördüğüm Tolstoy’un duvar freskinin olduğu tek katlı bina ve cadde ilgi çekiciydi. Kişinev’in diğer adı Beyaz Şehir. Sebebi de eski zamanda bina inşasında kullanılan taşların beyaz renkli oluşu. Gerçekten de şehrin eski kısımları beyaz taşlar ve üzerilerindeki işlemelerle oldukça ilgi çekici ve gösterişli. Bu arada aynı zamanda Kişinev’e Yeşil Şehir de deniliyor. Bunun da nedeni gözünüzün alabildiği her yerin ağaçlarla kaplı olması. Gerçekten de şimdiye kadar o kadar başkent gördüm; hiç biri Kişinev kadar yeşillikler içerisinde değildi. Bu anlamda Moldavalıları ne kadar takdir etsek azdır. Gelelim trafik konusuna. Eğer Moldova'ya uçak ile gelip buradan araç kiralayacaksanız kesinlikle trafik kurallarına riayet edin. Ülkede trafik kurallarına riayet etmeyen şoför neredeyse yok. 5-6 günde o kadar yolculuk yaptık sadece bir araç trafik kuralı ihlali yaptı. Yaya geçitlerinde araçları bırakın yayalar bile duruyor. Kendilerine yeşil ışık yanmadan karşıya geçmiyorlar. Bu anlamda gıpta ile bakılacak bir trafik eğitim sistemleri var... Gelelim tarihi Zafer Takı’na... Zafer Takı, 1840 yılında mimar Luka Zauschevic tarafından ve Rus-Türk Savaşı (1828-29) sırasında Rus İmparatorluğu'nun Osmanlı İmparatorluğu'na karşı kazandığı zaferi anmak için Besarabya (Eski adıyla Boğdan) valisi tarafından inşa edilmiş. Zafer takının ikinci katında 2011 yılına kadar yaklaşık 6.400 kg ağırlığında devasa bir çan varmış sonra Moldava bunu kaldırmış. Çanın bir de hikâyesi var... Rus kuvvetlerinin Türkler’den ele geçirdiği toplar eritilerek dökülmüş. Çanın adı "Klopote-velican." Başlangıçta hemen karşısındaki Doğuş Katedrali’nin çan kulesi için yapılmış. Ancak çanı dökerken çan kulesinin büyüklüğünü Ruslar hesaba katamadıkları için çan kuleye çok büyük gelmiş ve sonunda, özel olarak tasarlanmış olan bu kemere yerleştirmişler... Zafer Takı kare planlı olup iki katlı. Anıtın yüksekliği 13 m. Süslemeler ve başlıklar seramikten yapılmış. Kişinev'deki bu Zafer Takı, Doğuş Katedrali, Çan kulesi, Büyük Ulusal Meclis Meydanı ve Kişinev'deki Hükümet Konağı'nı da içeren mimarî topluluğun arasında yer alıyor. Biz gittiğimizde bu devasa meydanda ‘Kişinev Gençlik Festivali’ için hazırlık yapılıyordu. Stantlar kuruluyor, sahne hazırlanıyordu. O gece de Kişinev Gençlik Festivali başladı. Doğuş Katedrali bugün Moldova Ortodoks Kilisesi'nin ana katedraliymiş. 1830 yılında Abram Melnikov'un tasarımına göre inşa edilmiş. Çan kulesi 2’nci Dünya Savaşı’nda zarar görmüş. Ama 1962 yılında SSCB din karşıtlığı ve komünizm gereği çan kulesini yıkmış ve katedral sergi alanı ve müzeye dönüştürülmüş. Sovyet Rusya yıkılıp Moldova bağımsızlığına yeniden kavuşunca 1997 yılında yeni bir çan kulesi inşa edilmiş. Doğuş Kilisesi ise bağımsızlıktan sonra yeniden ibadete açılmış ve içerisine yeniden Ortodoks Hristiyanlık inancına göre resimler yapılmış. Biz gittiğimizde dini bir ritüel gerçekleştiği için içerisinden fotoğraf alamadım. Ancak altın işlemeli ve güzel resimler olduğunu söyleyebilirim. Kilisenin çıkışında hemen sol tarafta ise savaşta ölen askerler için dikilmiş kartal motifli küçük bir anıt var.

Zaman Makinesindeki Pridnestrovya

Başkent Kişinev’deki kısa turumuzun ardından Moldova’nın özerk bölgelerinden birisi olan Pridnestrovya’ya doğru yola çıktık. Bazı kaynaklarda bu bölge için Transdinyester de deniliyor. Bu nedenle karışıklık olmasın aynı yerden bahsediliyor. Pridnestrovya Moldova Cumhuriyeti’nin sınırlarına aracımız ile yaklaştığımızda güvenlik önlemlerinin artması dikkat çekiyor. Sınıra geldiğimizde ise sanki kendimi zaman makinesine girmiş gibi hissettim. Kapıda Sovyetler Birliği döneminde kalma orak çekiçli bir bayrak bizi karşıladı. Bayrağın altında ise fiili durum vardı. Pridnestrovya’nın girişinde ‘Barış Gücü’ adı altında ‘Rusya Federasyonu’nun askerleri’ sınırda pasaport kontrolü yapıyorlardı. Moldova Cumhuriyeti, 1991 yılında SSCB’nin dağılmasının sonra bağımsızlığını kazanınca Pridnestrovya da Moldova’dan bağımsızlığını ilan etmiş. Ancak Moldova, Pridnestrovya’nın bağımsızlığını kabul etmemiş. Bunun üzerine bir yıl kadar savaş olmuş. Elbette sonunda ateşkes ilan edilmiş. Pridnestrovya hukuken Moldova’ya bağlı fiilen Rusya kontrolünde bölge haline gelmiş. Ancak şunu kesinlikle söylemek gerekir ki, Pridnestrovya bu ayrılma ile birlikte adeta bir zaman makinesinin içerisine girmiş ve 1990 yılında hapsolmuş. Bölge hâlâ orak çekiçli kızıl bayrağı resmi bayrağı olarak tanıyor, kızıl yıldızlı SSCB armaları şehrin dört bir yanında, Alman Nazilere karşı kazanılan zaferle ilgili öykünmeyi yansıtan resim ve anıtlar ile elbette Kamaz, Gaz, Ural marka kamyonlar ve Lada otomobiller ile 40 yıl öncesini yaşıyor. Geçen yıl gittiğim Rusya’nın en önemli kentlerinden ve çarlık dönemi başkenti St. Petersburg’ta dahi görmediğim kadar Sovyet kalıntısı gördüğümü söyleyebilirim... Gelelim Pridnestrovya’nın merkezi olan Trispol kentine... Kente vardığımızda öğlen saati olduğu için öncelikle otantik bir lokantaya gittik. Mekânın adı ‘SSCB Lokantası’ idi. İçeride Sovyet dönemi müzikleri ve dev bir ekranda O yıllara ait siyah beyaz fotoğraflardan oluşan slayt sürekli dönüyordu. İçeride kızıl bayraklar altında Rusların meşhur ‘borş çorbası’ ikramı vardı. Mekânın otantik yapısının gerçekten de ilgi çekici güzellikte olduğunu itiraf etmem gerekir. Bu arada yemek olarak alternatif tavuk ve vejetaryen menüsü de var. İçeriden çok sayıda fotoğraf çektik... Ardından Trispol’de yaya olarak şehir turuna çıktık. Trispol’de internet çok sağlıklı değil. Aynı şekilde telefon hatları da çok verimli çalışmıyor. Ayrıca aynen Rusya Federasyonu’ndaki gibi bankacılık işlemleri de sıkıntılı. Sadece Rusya’ya ait olan kredi ve banka kartları geçerli. Onun dışındaki kartlar ve elbette bizim kredi kartları Pridnestrovya’da çalışmıyor. O nedenle yanınızda mutlaka nakit olarak Moldova Ley’i veya Ruble bulundurmanızda fayda var. ( Özellikle belirtmem gerekir ki, Moldova’nın diğer bölgelerinde ve Gagauzya’da böyle bir iletişim ya da kredi kartı sıkıntısı kesinlikle yok.) Şehir içinde dokuma ürünlerin (yatak örtüsü, perde vb.) satıldığı bir mağazayı ziyaret ettik. Desenleri bizde kullanılan motiflerden farklı olduğu için ilgi çekici olduğunu söyleyebilirim. Bu bakımdan özellikle Predistronavya, SSCB üzerine çalışan tarihçi ve sosyologlar için adeta yaşayan bir müze diyebilirim. Gelelim Trispol turumuzun devamına; Ekaterininsky Parkı’nda Rus Çariçesi 2. Katherina’nın oldukça heybetli heykelini de olduğu büyük bir parka geçtik. Park Dinyester Nehri’nin sol yanında inşa edilmiş. Parkın karşısında ise görkemli bir kilise dikkat çekiyor.

TEKİN KALESİ VEYA BENDER KALESİ

Moldava’nın (Boğdan) kuzeyinde Dinyester (Turla) ırmağı kıyısındaki Predistronavya kontrolündeki Bender Kalesi Osmanlı Devleti’nin bir dönem son sınır kalesiydi. Kale ile ilgili olarak Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden Evliya Çelebi’nin notlarını size aktarmadan önce TDVA’nın Ansiklopedisi’ndeki bir eksik bilgiyi tamamlayarak söze başlayayım: Kalenin eski adı Rumence ‘Tighina’ (Tekin) olarak geçiyor. Kalenin önündeki İngilizce ve Rusça turistik tabelada kalenin Peçenekler tarafından 12. ve 13. yüzyılda Tekin adındaki bir Peçenek Beyi tarafından inşa edildiği yazıyor. Ne yazık ki bu önemli bilgi Türkiye’deki hiçbir kaynakta yazmıyor. Bugünkü Pomakların atası olan Peçenek Türkleri, 13. yy’da Bizans ve Kuman ortak ordusu tarafından bugünkü Lüleburgaz ilçemiz civarında çok ciddi bir soykırıma maruz kalarak tarihten ‘siyasi olarak’ siliniyorlar. Bu arada kale Moldova Kralı Büyük Stefan tarafından 15’nci yüzyılda neredeyse yeniden inşa edilmiş Neyse biz yine kaleye dönelim. Öncelikle her Türk vatandaşının kesinlikle görmesi gereken bir güzellik ve tarih hazinesi olduğunu baştan size söyleyeyim. Eski adı Tighina (Moldavca Tişno) olan Bender kalesi bu adı Osmanlı idaresi sırasında almış. Bender eski Türkçe’de “Bir geçit veya boğazı koruyan istihkâm (Bent)” anlamına gelir. XIII. yüzyılda Altın Ordu Devleti buraya hâkim olmuş, fakat sonra Altın Ordu Devleti zayıflayınca Romenler Dinyester Irmağı’nın karşı kıyısına sürmüşler. Petro’nun (Petru Rareş) 1538’de Kanûnî Sultan Süleyman’a yenilmesi üzerine kale Osmanlı idaresine geçmiş ve çok kuvvetli bir biçimde yeniden inşa edilmiş. Evliya Çelebi’nin, “Turla nehri kenarında bir tarafı alçak, cenup ve kıblesi yüksek, küfeki kayalar üzerinde kare şeklinde büyük ve yüksek bir kaledir ki her taşı fil gövdesi kadar vardır, sığır ve at karnı kadar sert kaya taşlardır” cümleleriyle tarif ettiği kalenin, “Süleyman Han’ın mimarbaşısı Sinan Ağa b. Abdülmennan bu kaleyi yaparken bütün kudretini sarfedüp günâgûn ilm-i hendese üzre kuleler, musanna‘ metin burc ü bârûlar yapmış ki vasfında lisan kasırdır” diyerek kalenin Mimar Sinan tarafından onarılmış olduğunu ifade eder. İç Kale’nin kapısında Kanuni Sultan Süleyman’ın sevgili cariyesi Ester Kira (Hürrem Sultan) için yazmış olduğu bir şiir mermer tabelada bizi karşıladı. Kale Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlamasıyla birlikte Rusya ve Osmanlı Devleti arasında startejik konumu nedeniyle çok önemli ve kanlı savaşlara sahne oluyor. Bender, Osmanlının Avusturya ve Rusya üzerine düzenlediği seferlerde kullanılan güzergâhlardan Rumeli Sağ Kolu üzerinde bulunması ve ordunun önemli toplanma merkezlerinden biri ve özellikle Kırım Tatarları’nın Osmanlı ordusuna katılım noktası olması bakımından çok önemli bir yere sahipmiş. Osmanlı tarihinde Bender'de geçen önemli olaylardan biri de İsveç kralı 12’nci Karl (Demirbaş Şarl)’ın Poltava Savaşı'nda (1709) Rus Çarı 1. Petro'ya yenildikten sonra ordusundan artakalan 1500 kadar askerle güneye çekilerek Osmanlı Devleti’ne iltica ederek Bender'de 4 yıl yaşamış. Ne gariptir ki aynı İsveç ordusu bundan 56 yıl sonra Rusların yanında paralı asker olarak gelip kaleyi almış ve Ruslara teslim etmiş... 1770 ile 1812 arasında kale Ruslar ve Türkler arasında pek çok kez el değiştirmiş. Ruslar, 1770'te iki ay devam eden bir kuşatmadan sonra Bender’i almışlar, ancak bu esnada kaledeki yerleşik Türk kadın ve çocuklar düşman eline geçmemek için kendilerini öldürmek zorunda kalmışlar (Tarihi kayıtlarda Bender şehrinde yaşayan 10 bin kadar Türk kadın ve çocuğun intihar ettiği geçiyor)... Ancak bu tarihi olay Ruslar tarafından değiştirilerek; zorla bir Türk askeri ile evlendirilmek istenen Rus kızı namusunu korumak için intihar etmiş şeklinde değiştirilerek turistlere anlatılıyor. Bir de temsili hayalet resmi yapmışlar bunun için... Türk garnizonu 1770 tarihindeki kuşatma sırasında 5.000 asker kaybederken, Rus ordusu da 6.000'e yakın ölü ve 7.000 yaralı vermiş Bu arada 1770’te Bender veya diğer adıyla Tekin Kalesi’ni işgal eden Rus ordusunda çok sayıda İsveçli paralı asker ve hatta Rodion Härbel adlı Korgeneral de görev almış. Kaderin garip bir cilvesidir ki, şu anda kalenin içinde bulunan o dönemden kalma silah ve giysilerin sergilendiği müzede Türk Komutan bütün heybetiyle size bakarken, paralı asker olarak Rus Ordusu’nda bulunan İsveçli komutanın önünde ‘bağış kutusu’ ironik bir şekilde duruyor... Bir de kalede işkence aletlerinin olduğu bir kule var. Kulenin içerisinde akla hayale gelmeyecek işkence aletleri dikkat çekiyor. Ayrıca Predistronavya’daki Rus yönetim bu kulede duvarlara koyduğu gravürlerin bir kısmında bu işkence aletlerini Rus askerlere karşı kullanılmış gibi çizmişler. Oysa ‘İğneli Fıçı’ gibi Türk tarihinde olmayan ve genelde Türklere karşı kullanılan aletler, bu kulede baş köşede duruyor. Netice olarak, Moldova’ya sırf bu kaleyi görmek için bile gitmek gerekir...

LİNGO LİNGO ŞİŞELER

Gelelim Guiness Rekorlar Kitabı’na giren Şişe Müzesi’ne... 1988 yılında iş insanı Grigori Corzun tarafından inşa edilen müzede 170’ten fazla ülkeden 2000’den fazla şişe sergileniyor. Çeşit çeşit, boy boy şişelerden balık şeklinden olandan kılıç şeklinde olana, camdan insan biblosundan bina şeklinde olana kadar binlerce çeşit şişe 5 katlı müzede sergileniyor. Şişelerin çoğunluğu alkollü içkilere ait, ancak ilginç su ve süt şişeleri de koleksiyona ayrı bir değer katıyor... Bu arada bu tesis aynı zamanda Corzun ailesinin şaraplarının da tanıtım ve tadım mekânlarını içeriyor. Mamut kemiklerinden tutun da pek çok tarihi objeye de ev sahipliği yapan müze gibi bahçesinde; şirin bir konaklama ve restoran mekânı da bulunuyor... Bu arada şunu söylemekte yarar var: Moldova şarap üretimi konusunda dünyanın en önemli merkezlerinden birisi. Sovyetler zamanında özellikle bu konu anladığım kadarıyla ciddi manâda teşvik de edilmiş. Lezzetli ve yöreye özgü üzümleri ve bereketli topraklarıyla Moldova üzüm ve şarapçılık konusunda dünya markası olmuş. Resmi kayıtlara göre yılda 150 bin tondan fazla şarap üretiyor. Yüzölçümüne göre çok yüksek bir oran olmasına rağmen Molova şarabının meşhur olması tadından ve fermantasyon işlemlerinden geliyormuş. Moldova denildiğine göre dünyanın en lezzetli iki şarap üreticisinden birisiymiş. Bu konuda ben şarapları tatmadım elbette, ancak ekipte şarapçılık konusunda uzman ve hatta kartvizitinde şarap uzmanı yazan biri de Polonyalı gazeteci olan arkadaşlarım ‘Moldova şarap konusunda dünyanın en iyisi’ dediler... Nereden geldik bu şarap konusuna derseniz, yazının bundan sonraki bölümlerinde çeşitli vesilelerle Moldova ve şarapları konusuna ara ara değineceğiz. Corzun ailesinin Şişe Müzesi’nden sonra başkent Kişinev’e yaklaşık 35 km. Mesafedeki Mimi Şatosu’na ulaştık. Burası muhteşem bir bahçe içerisinde tarihin adeta canlı olarak yaşadığı mükemmel bir şato. Bazı kayıtlarda Mimi Kalesi olarak da geçiyor... Moldovalı devlet adamı, diplomat ve şarap üreticisi ve de son Besarabya Valisi olan Constantin Mimi tarafından ailesinin topraklarında yaptırılan şarap imalathanesinin inşası 1893’te tamamlanmış. Mimari tasarımı Fransız şatolarından esinlenmiş. Bunun nedeni, kendini bağcı ve şarap üreticisi olarak tanımlayan ve Besarabya'daki en ünlü şarap imalathanelerinden birinin kurucusu olan Mimi'nin Fransa’da bağcılık ve şarapçılık eğitimi almış olması olarak söyleniyor. O dönem için bir yenilik olan betonarme şeklinde inşa edildiği ve iki katlı olduğu için tüm bölgenin en önemli binasıymış. Mahzenindeki fıçılarda yaklaşık 300.000 litre şarap saklama kapasitesi olduğu söyleniyor. 2011 yılında turistik bir cazibe merkezi haline gelmesi amacıyla şarap imalathanesi yenilenmeye başlanmış ve Eylül 2016'da hizmete yeniden açılmış. Mimi Kalesi, 1 Haziran 2023'te Avrupa Siyasi Topluluğu'nun (APC) ikinci zirvesine de ev sahipliği yapmış. İçeride çok sayıda devlet adamının kale önündeki fotoğrafı ve onlara hediye edilen şarapların imzalı şişeleri de saklanıyor. Mimi Kalesi’nin son derece otantik ve tarih kokan salonlarında yemek yeme, mahzenlerinde gezme imkânı turistlere sunulurken, aynı zamanda büyüleyici bahçesinde de gezinme ve hatta çocukların dahi eğlenebileceği alanların gözetildiğini buradan söylemem gerek. Özellikle gece aydınlatması ve üzüm asmaları altından geçen yolları ile mükemmel bir zamanı size sunuyor...

DEVASA MERSİN BALIKLARI UYUYOR

Predistronavya gezimizin çerçevesinde çok önemli bir bölüme değinmeden geçemeyeceğim. Dünyanın en büyük Mersin Balığı ve Havyar Üretim Tesisi olan Aquatir’den bahsedeceğim... “Mersin balığının sağlığını ve istikrarlı verimliliğini korumak için, tüm gerekli mikro besinleri ve vitaminleri içeren, hormon, antibiyotik ve GDO içermeyen, yüksek kaliteli yemler kullanıyoruz” diyerek kendini tanımlayan tesis, Trispol ili sınırları içerisinde. 170 bin m² alan üzerine kurulu olan Aquatir’de yılda 7 bin kg. havyar ve 450 bin kg. Mersin balığı üretimi yapılıyor. Premium Havyar iddiasıyla üretim yapan tesisin dünya çapında 1557 satış noktası bulunuyor. Suyun içerisinde eski çağlardan kalma dinozor balıkları andıran mersin balıklarının bulunduğu dev havuzların etrafında gezerken içerisinde gördüğümüz 2 ilâ 3 metre boylarındaki balıklar hem ürkütücü hem de ilginçti... Dinozor balık diyorum, çünkü mersin balıkları yaklaşık 200 milyon yıldır dünya üzerinde bulunmaktaymış... Bu arada Türkiye’nin kuzey kısımlarındaki nehirlerde de mersin balığı yaşıyor. Balıkları yavru, yetişkin, damızlık ve havyar üretimi gibi farklı dev havuzlara almışlar... Bu arada tesiste bir bölüme girdik ki resmen donduk. Dışarısı yaklaşık 30 derece civarındayken bizi 7-8 derece olduğunu tahmin ettiğim bölüme aldılar. Ki burada balıkları yapay olarak kış uykusuna yatırıyorlarmış. Zaten o sıcağın ardından birden girdiğimiz bu bölümde biz de orada biraz daha kalsak muhtemelen uzuuun bir uykuya dalacaktık... Aquatir’e özel kıyafetler, galoşlar vb. ile giriliyor. Balıklara temas etmek kesinlikle yasak ve tehlikeli. Tehlikeli kısmını anlatmaya gerek yok sanırım. Yasak kısmına gelince insan elindeki yağ, mantar ve deterjan vb. kalıntısı gibi etkenler balıklara zarar veriyormuş. O nedenle çıplak elle dokunmak yasakmış. Çevre dostu bu tesis aynı zamanda kendi alanında en son teknolojiyi kullanıyormuş. Fabrikadan satış yok. Ancak hemen Trispol’ün içerisinde büyük ve gösterişli mağazada hesaplı bir şekilde havyar ve çeşit çeşit balık etlerine çiğ veya pişmiş olarak ulaşabiliyorsunuz. Ancak daha önce dediğim gibi kredi ve banka kartlarını Predistronavya’da kullanamayacağınız için yanınızda nakit Ley ve Ruble bulundurmanız gerekli. Ya da Kişinev’de marketlerde de aynı marka ürüne kredi kartıyla ulaşabilirsiniz.

DÜNYANIN EN BÜYÜK NAL KOLEKSİYONU

Ertesi gün sabah erkenden Guiness Rekorlar Kitabına da giren dünyanın en büyük at nalı koleksiyonunu görmeye gidiyoruz dediklerinde çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. At nalı deyip geçmeyin, ‘Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir yiğit kurtarır ve bir yiğit bir savaş kurtarır’ diye atalar boşuna söylememiş... Gerçekten de içeriye girdiğimizde çeşitli ebatlarda binlerce nalın olduğu dev bir duvar ve ortasında Guiness Rekor Ölçüm Biriminden gelen diplomalar bizi karşıladı. Ancak işin ilginç yanı sadece at nalları değildi. Petru Constantin adlı eski bir askerin ömrü boyunca toplamış olduğu on binlerce objeden oluşan muhteşem bir koleksiyon bizi bekliyordu... İçinde elektronik aletlerden M.Ö. 2000 bin yıl öncesine ait orijinal taş baltalara kadar binlerce objenin bulunduğu bu özel müzeyi bize Bay Petru Constantin bizzat gezdirdi. İmkânlar dâhilinde size içeride çektiğim fotoğraflardan göstermeye çalışacağım. Ancak şunu söylememe gerekir ki, Sovyet Rusya dönemine ait olan objelerin çoğunluğunu anlatırken Bay Constantin’in o dönemlere ait bir öykünmesini de hissetmedim değil. Biz elbette müzeye devam edelim... Zenith kameralardan, Rus yapımı televiyonlara ve bu televizyonları yıl yıl gelişim aşamalarına kadar hepsini görebiliyorsunuz. Ancak 3 önemli konuyu burada sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim... İlki elektronik cihazların olduğu bölümdeki gaz lambası ile çalışan radyo. Bay Constantin’in (eğer yanlış anlamadıysam) kendi icadı olan bu radyo, savaş zamanlarında ve özellikle elektriğin olmadığı koşullarda gaz lambasının etrafına sarılan kablolar ve çeşitli devrelerle ısı enerjisini elektrik enerjisine dönüştürerek radyonun çalışmasını sağlıyor ki; bence bugün bile bazı durumlarda dünya ile iletişiminizi devam ettirebileceğiniz mükemmel bir buluş... İkincisi ise yaklaşık 4000 yıllık çeşitli silahlardan oluşan koleksiyon. Moldova stratejik konumu nedeniyle çok sayıda tarihi olaya ve işgale şahit olmuş. Bu nedenle az önce de yazdığım gibi binlerce yıllık taş baltalardan, mızrak uçlarına, temrenlere ve hatta İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma otomatik tüfeklere kadar hepsini bir arada görebiliyorsunuz.... Ama esas üçüncüsü çay bölümü. Evet yanlış okumadınız çeşit çeşit çaydanlıklar, semaverler ve çay takımlarının olduğu bölüm ki, beni bilenler bilir; en uzun kaldığım bölüm burası oldu elbette.... Müzenin devamında Rus asker üniformaları, şapkaları, su altı taarruz komandolarının kullandığı su altı motorları, kozmonotların uzayda yedikleri gıdaları ve daha neler neleri gördük... Bir de şuna değinmeden geçemeyeceğim: Ünlü Moldova Kralı Büyük Stefan’ın tahtının ve kılıcının replikası vardı. Birebir aynısı olacak şekilde yapılmış bu meşhur tahta oturup elime Kral Stefan’ın kılıcını alarak bir de poz verdim. Orada dediklerine göre Büyük Stefan’ın kılıcının orijinali Fatih Sultan Mehmet tarafından teslim alınmış ve şu anda Topkapı Sarayı’nda sergileniyormuş. Nereden nereye... Bu müze, özel müzecilik anlamında gerçektende özellikle Sovyet dönemi çalışanları için muhteşem sosyal imkânlar sunuyor...

YER ALTINDA 200 KM.’LİK MAHZEN

Mileştii Mici yer altı mahzeni veya şehri mi desem bilmiyorum. Mileştii mici aslında bir devlet işletmesi ve kaliteli şarap endüstri kompleksi olarak biliniyor. Yüksek kaliteli şarapları depolamak, korumak ve olgunlaştırmak amacıyla 1969 yılında kurulmuş... Yerel antik yeraltı galerileri Kişinev sınırlarına kadar uzanıyormuş. Galerilerdeki kireç taşı yıl boyunca sabit nemi (% 85 – 95) ve sıcaklığı da (12 – 14 °C) olarak tutuyormuş. Kırmızı şaraplar bu ideal koşullarda ne kadar uzun süre saklanırsa o kadar kaliteli oluyormuş. Mahzenler 200 kilometre (120 mil) boyunca uzanıyormuş ve sadece 55 kilometresi (34 mil) şu anda kullanılıyormuş. Ağustos 2005'te Mileştii Mici, Guinness Dünya Rekorları'na dünyanın en büyük şarap koleksiyonu olarak kaydedilmiş. Mahzenlerde yaklaşık 2 milyon şişe şarap varmış ve en eskisi 52 yıllıkmış. Dışarısı yaklaşık 28 derece idi, işin doğrusu mahzenin içerisinde epey üşüdük diyebilirim. İçerisinde iki otomobilin yan yana geçebileceği mahzenlerde elektrikli turist araçlarıyla yolculuk yaptık. Eskiden Karadeniz bölgeye kadar gelirmiş. Kireçtaşına dönüşen eski deniz zemini kazılıp mahzen inşa edilirken kömürlemiş ayakta ağaçlar bulunmuş ve mahzen içerisindeki sabit ısı ve nem bu ağaçların hâlâ korunmasını sağlıyor. Dahası mahzen içerisinde muhteşem bir şelâle var. Denildiğine göre Karadeniz’i besleyen yer altı nehirleri hâlâ faal olarak Karadeniz’e kadar yer altından uzanıyormuş ve bizim gördüğümüz şelâle de bunlardan birisiymiş. Mahzen içerisinde ayrıca muhteşem bir turistik eşyalar satan dükkân ve çeşitli yemek çeşitlerinin bulunduğu otantik bir restoran bulunuyor. Biz de öğlen yemeğini orada yerin yaklaşık 80 metre altında bu restoranda yedik. Ve burada çok hoş bir sürpriz olarak canlı müzik çalan bir ekip tarafından şu aralar Türkiye’de çok da çalınmayan çocukluk yıllarımdan kalan ‘Ankara Ankara güzel Ankara, seni görmek ister her bahtı kara’ şarkısını ve ‘Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur’ şarkısını ve diğer katılımcı ülkelerden çeşitli ünlü müzikleri dinledik...

16’NCI YÜZYIL AHŞAP KİLİSESİ

Daha sonra Moldova Köy Müzesi’ne doğru yola çıktık.... Köy Müzesi, Moldova’nın en eski ve en yüksek ortaçağ kiliselerinden birisiymiş. Tamamen ahşaptan inşa edilmiş olan kilisenin orijinal yapısı nedeniyle yeni evlenen çiftler ve vaftiz edilmek istenen çocuklar için sıra alınıyormuş. Gerçekten de bizim bulunduğumuz yaklaşık yarım saat içerisinde 3 gelin – damat ile bir vaftiz törenine şahit olduk. Kişinev Uluslararası Havaalanı yakınında yer alan köy müzesinde içi çeşitli kilise resimleriyle kaplı kilisede altın suyu çok miktarda kullanılmış. Zamanın yıpratmasına karşı dönem dönem ciddi tamiratlar geçirdiği belli olan kilisenin ahşap çatısı ve arap mimarisini andıran çan kulesi kiliseye fotoğraf anlamında büyük görsel değer katıyor. Bahçesinde yine 16’ncı yüzyıldan kalma ikinci bir küçük kilise daha vardı. Kilise papazının talimatıyla bu eski ahşap kiliseyi de görme imkânımız oldu. Ancak dediğim gibi sizin de fotoğraflarını göreceğiniz bu orijinal görünümlü tarihi ahşap kilise mimari yapısı nedeniyle daha çok tercih ediliyor. Beyaz gelinlik ve siyah damatlık giyen evlenecek çiftler Köy Müzesi’nin bahçesinde fotoğraf çektirdikten sonra içeriye girip nikah kıyıyorlar. Ardından kilisenin dışına çıkıp oradaki görevlilerin getirdiği beyaz güvercinleri gök yüzüne salıyor ve araçlarına binip uzaklaşırlarken bir sonraki gelin ve damada yer açmış oluyorlardı. Bu anlamda ciddi bir yoğunluk olduğunu belirtmek isterim. Bu arada bahçede tavuk, tavşan ve tavus kuşu kümesleri de ilgi çekiyor. Ayrıca bahçede sembolik ev, değirmen, kuyu ve çeşitli ev eşyaları da ahşap mekâna ayrı bir görsel değer katıyorlar. Bir de kilise içerisinde Hz. İsa’nın elinde bir bebek olan tasvir çok dikkatimi çekti. Belki de benim cahilliğim ama ilk defa bir resimde Hz. İsa’nın kucağında bir bebek gördüm. Kilisenin papazına sorduğumuzda resmin içeriği ile ilgili bilgisi olmadığını söyledi. ‘Hz. İsa’nın kucağındaki bebeğin kim olabileceği’ konusunda bilgisi olan bir okurumuz varsa geri dönüş yaparsa sevinirim. Bu arada 18’inci yüzyıl tipik bir Moldova köyünü yaşatan Asconi Şarap İmalathanesi’ni de ziyaret ettik ve üretim hakkında bilgi verdiler. Burası sazdan çatıları sivrisinek ve akrep girmesin diye mavi renkli pencere pervazları ve kapılarıyla gerçekten de sizi 18’inci yüzyıla götürüyor. Hele elinde gitarla Türkiye dâhil her ülkeden müzik çalan müzisyeniyle sizlere memleketten uzak da olsanız kendi ezgilerinizle kulağınızın pasını siliyor... Kişinev’e vardığımızda gece yarısını saat çoktan geçmişti. Kısa bir şehir turu attığımda otelimizin hemen önünden geçen 3 gidiş – 3 gelişli yolun altından geçen alt geçidin adının ‘İstanbul’ olması ve içerisinin İstanbul hakkında bilgi ve İstanbul silueti resimlerinin bulunması ne yalan söyleyeyim çok hoşuma gitti. Bu şekilde başkent Kişinev’de dünyanın önemli kentlerinin tanıtımlarını alt geçitlere işlemişler...

MOLDOVA’DAKİ ERMENİ GÖÇMENLER

Moldova’yı gezerken dikkatimi bir şey çekti. Özellikle 19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti topraklarından çok sayıda Ermeni vatandaş Moldova Prensliği’ne iltica etmiş ve yanlarında o devre göre çok çok büyük miktarda nakit para ve altınla Moldova’ya göç etmişler. Hatta ileride değineceğim, bir tanesi hem bölgeyi işgale gelen Rus ordusuna hem de bölgenin mevcut sahibi olan Türk ordusuna aynı anda nakdi yardımda bulunuyormuş. Sonra durum fark edilince tabii ki sonu kötü olmuş... Hinceşti kentine doğru sabah erkenden yola çıktık. Burada ailesi ile birlikte 19’uncu yüzyılda Moldova’ya iltica eden Ermeni asıllı Manuc Bey’in Kompleksi’ne gittik. Bazı kaynaklarda Manuç Bey Şatosu olan komplekste Saray, Uşakların Evleri, Kontesin Çadır Köşkü, Av Köşkü, bir Gözetleme Kulesi ve diğer idari binalar (ahır, şaraphane, mahzen vd.) halen duruyor... 1806 - 1812 Rus - Türk Savaşı'nın sona ermesinden sonra, Ermeni kökenli diplomat ve tüccar Manuc Bey Bükreş'ten ayrılmış ve 1815'ten sonra o zamanki Rus İmparatorluğu'nun Beserabya Valiliği'ndeki Kişinev’e taşınmış ve buradan da 300.000 altın ödeyerek Hinceşti kentindeki araziyi satın alıp kompleski inşa ettirmiş. Kompleksin altı tünellerle dolu ve gözetleme kulesi de dikkat çekici. Tüneller tek kişinin geçeceği şekilde tuğla ile örülmüş. Bir kısım bilgiye göre attan düşerek, diğer bir kısım bilgiye göre de ihanetin farkedilmesinden dolayı Osmanlı Devleti tarafından zehirlenerek öldürülmüş. Ancak büyük ihtimal, bütün aile birkaç gün içinde öldüğüne ve sadece bir kızın kurtulup onun da Fransa’ya kaçtığı düşünülürse zehirlenme ihtimali çok daha mantıklı geliyor akla. Malikanenin inşaatını Manuç Bey’in oğlu Murat (İvan) başlatmış, onun tarafından devam etmiş ve nihayet 1858'den 1861'e kadar yeğeni Grigore (Gregory) tarafından tamamlanmış. Kış bahçesi, gözetleme kuleleri ve büyük bir kale parkı ile Fransız tarzı bir kale inşa etmişler. 1881'de ünlü mimar Alexander Bernardazzi av kulübesini tasarlamış ve inşa etmiş. Ünlü Rus yazar Alexander Puşkin'in 1823'te sürgünü sırasında burayı ziyaret ettiği de söyleniyor. Şu anda müze olarak ziyarete açık...

VER ELİNİ GAGAUZYA VE KOMRAT...

Manuç Bey Şatosu’ndan çıktıktan sonra Moldava’nın bir diğer özerk bölgesi olan Gagauzya’ya (Gök Oğuz Diyârına) geçtik. Burada şunu söylemek gerekir ki, Gagauzya ve Predistronavya Moldova içindeki iki özerk devlet. Kendi bayrakları ve parlamentoları var. Ancak Predistronavya fiilen Rus kontrolündeyken ve rahatsız edici bir şekilde güvenlik önlemleri varken, Gagauzya oldukça rahat ve modern yüzüyle Moldova – Türkiye dostluğunun sembolü gibi ışıl ışıl parıldıyor. 1990’ların başlarında devrin Başbakanı Süleyman Demirel’in girişimleriyle Moldova ve Gagauzya arasında kalıcı bir dostluk sağlanmış. Bundan herkes kârlı çıkmış görünüyor... Gagauzlar Oğuz kolundan bir Türk boyu, Karadeniz’in kuzeyinden binlerce yıl önce bölgeye gelmişler. Moldova dışında başta Yunanistan olmak üzere Ukrayna, Bulgaristan ve Romanya’da da Gagauz Türkleri yaşıyorlar. Hatta Atatürk zamanında bir kısım Gagauz genci Türkiye’ye getirilerek eğitim almış ve ülkelerine dönerek çok başarılı hizmetlerde bulunmuşlar. Gagauzlar Türkçe’nin Trakya ağzı ile konuşuyorlar. Konuşmalarını ve yazılarını anlamamanız mümkün değil. Ortodoks inancına sahipler. Gagauzya 3 vilayetten oluşuyor. Başkent Komrat diğerleri Çadır Lunga ve Valkaneş (Vulkaneşti). Komrat adı Altınordu Devleti zamanından kalma şehre verilen bir isim. Rehberimiz Komrat adının Tatar Türkçesi’nde ‘kara at’ anlamına geldiğini söyledi. Kara at aslında ‘Komur At’ yani ‘Kömür At’ kelimesinden türemiş. Hani kömür gözlü dediğimiz gibi... Kömür kelimesi ince sesli harfler eski Türkçe’de yaygın kullanılmadığı için Komur At’ların diyarı zamanla ‘Komrat’a dönüşmüş. Bu arada bölgede hâlâ siyah (kara) atlar yetiştiriliyor. Ne yazık ki vakit ‘kalamadığı’ için Kara Atları görmeye gidemedik. Zamanınız varsa Kömür Atlara da binebiliyormuşsunuz. Gideceklere duyurulur, biz binemedik, bari siz binip bana fotoğrafınızı atın lütfen... Komrat’a girdiğimizde bizi yöresel müzikler eşliğinde bir şarap imalâthanesine götürdüler. Ruslar zamanında şarap üretmek için inşa edilmiş. Halen faal... İçerisinde eski dönemden kalma, önünde fotoğraf çekmek için bir Moskovich otomobil ile markasını okuyamadığım işçi servisi nostaljik otobüs var. Şaraphanenin büyük ve güzel bir bahçesi, şirin bir üzüm bağı ve çok büyük bir düğün salonu var. Dediklerine göre Komrat’ın bütün düğünleri burada yapılıyormuş. Burada öğlen yemeğimizi yedik, geleneksel Gagauz Türk’ü kıyafetlerini giyip fotoğraflar çektirdik. Daha sonra, Gaidar (Haydar) Tarihi Yel Değirmenini görmeye gittik. Temeli taştan, kaidesi ve kanatları ise ahşaptan yapılmış. Rüzgâra göre kaide de dönüyormuş. Değirmenin içinde değirmen taşlarını harekete geçiren mekanizmalar varmış ve halen çalışıyormuş. Ancak yol ile değirmen arasında köprü olmadığı için yanına kadar gidemedik. Bir de yaklaşık 4500 nüfuslu Beş Elma Köyü’nün doğu kesiminde yer alan tarihi yel değirmeni daha varmış. Onun da temeli taştan, kaidesi ve kanatları ise ahşaptan yapılmış ve halen o da çalışıyormuş. Bir de Gagauz Kültür Eğitim Merkezi’ni ziyaret ettik. İçerisi aynen Anadolu’da veya Trakya’da bir kültür merkezi gibi... Gagauz Kültür Merkezi’nin içerisinde el dokumaları, çeyizler, yüklükler, Türk Kilimleri, peşkirler, keçe kıyafetler vd. geleneksel el sanatları göz kamaştırıyor. Ayrıca Gagauz kadınların el emeği göz nuru kilimler, iğne oyaları, danteller ve boncuk işlemeleri de kadınlara gelir elde etmek amacıyla satılıyor. Kültür merkezindeki öğretmen hanım ve eşi çok sıcakkanlıydılar. Hele o tatlı torunları yok mu, çok hoş bir Gagauz ailesiydiler. Kültür Merkezi içerisinde bir de müze kısmı bulunuyor. Burada Türkiye’den Gagauz kardeşlerine gönderilen hediyeleri de görmek mümkün. Özel bir cam mekân içerisinde sergilenen bu hediyelerin en üstünde ise bir Atatürk resmi ve Türk bayrağı ise en dikkat çekici olanlarıydı... Gagauzya tarımla geçinen bir bölge, yer yüzü şekilleri Moldova’nın diğer bölgelerine göre biraz daha yayla havası veriyor. Hayvancılık oldukça gelişmiş. Demirel ve Özal zamanında açılmış olan Bursalı Nergis Holding’in 2000 işçi kapasiteli 4 fabrikası başta olmak üzere bazı fabrikalar kapanmış. Buna çok üzüldüm... Moldova genelinde olduğu gibi burada da işsizlik kendisini hissettiriyor ve bu nedenle bölge dışarıya göç veriyor.

VALENİ KÖYÜNDE SICAK KARŞILAMA

Gagauzya’dan Cahul’a geçerek Prut Nehri yanındaki Valeni Köyü’ne gittik. Prut Nehri tarihe meraklı olanların hemen hatırlayacağı çok önemli bir kırılma noktasıdır. Türk – Rus tarihinde Prut Bataklıkları ve Baltacı Mehmet Paşa ile Rus Çariçesi 2’nci Katherina arasında geçen olaylarla ilgili epey su kaldıran hikâyelere sahne olmuş önemli bir mekândır... Olayın geçtiği Mekân her ne kadar biraz daha kuzeydeyse de hazır Prut Nehri kıyılarına gelmiş olayı kısaca özetleyip biz Moldova turumuza devam edelim... 1710 yılında Ruslar’dan kaçıp Türklerin elindeki Bender Kalesi’ne sığınan İsveç İmparatoru Demişbaş Şarl’ın kışkırtmasıyla 1710 yılında Sultan 3’üncü Ahmet Rusya’ya Savaş ilan eder... Sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmet Paşa, 120.000 kişilik bir orduyla Tuna'yı geçerek Eflak'a girer. Osmanlı donanması da Karadeniz'e açılarak ağır toplarının muharebe bölgesine nakli görevini üstlenir. Ardından ise Azak kalesini geri almak amacıyla Kırım ve Azak Denizi'ne yönelir. İsveç Krallığı, Romanya Prensliği ve Kırım Hanlığı’nın orduları da Ruslara karşı harekete geçmiştir. Osmanlı kuvvetleri, Rus birliklerini Prut Nehri kıyısında Stanileşti kasabası yakınında çember içine alır. Bataklığın içinde sıkışan Rus ordusu sıtma ve Türk Topçusu’nun atışları altında her gün büyük kayıplar vermektedir. O an için kurtuluş imkânı bulunmayan Rus Çarı Petro, St. Petersburg’a bir mektup yazarak durumun zorluğunu ve ümitsizliğini anlattı. Çariçe Katerina araya girerek Osmanlı Devleti'ne barış teklifinde bulunur. Hem Kırım Hanı, hem de İsveç Kralı, hem de Eflâk Prensi (Romanya) saldırıya geçilip Rus ordusunun tamamen yok edilmesini savunmaktadır. Ancak Baltacı Mehmed Paşa, Deli Petro'nun (Büyük Petro’nun) ordusunun etrafını sarmışken, yeniçerilere güvenemediğini iddia ederek Çariçe’nin barış teklifini kabul eder. 22 Temmuz 1711'de taraflar arasında bir antlaşma yapılır. Ancak Osmanlı tarafı Rusların barış şartlarını uygulamasını da takip etmez, Deli Petro ve Rus ordusu yok olmaktan kurtulur. Rivayet odur ki, Baltacı Mehmed Paşa Çariçe’ye âşık olmuş ve bir gece karşılığında Rusları bağışlamıştır. Bazı tarihçiler ise ikisinin hiçbir zaman aynı çadırda buluşmadığını söylerler. Ancak şu bir gerçektir ki, kısa bir süre sonra Rus orduları Kırım’ı işgal etmiştir... Tarihçiler bu konuyu tartışadursun, biz Valerin köyüne geri dönelim... Köye oldukça tarihi bir dokuya sahip. Avrupa Birliği fonlarıyla çok ciddi bir yatırım almış. İlk önce tarihi bir fırına gittik. Burada İsrail’den gelen bir basın grubuyla birlikte Geleneksel bir Moldova Düğünü canlandırması ve ekmeğin Moldovalıların doğumdan ölüme ve düğüne kadar yaşamlarındaki önemini anlatan, geleneksel kıyafetlerle çok güzel bir tiyatral gösteri sundular bize. Daha sonra da arkeoloji ve etnografya müzesini ziyaret ettik. Burada da canlı müze şeklinde içeride kilim dokuma, kumaş dokuma, yün eğirme gibi gibi faaliyetler yüzlerce yıl önceki tekniklerle canlı olarak yaşatılıyordu. Ayrıca burada da çok sayıda mamut kemiği de gördüğümü söylemem lazım. Ki 6 gün boyunca hemen hemen her gün mamut kemiği görmemiz normal mi bilmiyorum. Sanırım buzul çağı öncesi Moldova, mamutlar için çok önemli bir yaşam alanıymış... Daha sonra da Prut Nehri yanında ekolojik değerlerin ön plana alındığı bir komplekse gittik. Girişte bizi geleneksel giysiler içerisinde aynen Orta Asya’daki gibi tuz - ekmek ikramıyla karşıladılar... Aklıma Rahmetli Barış Manço’nun, “Tuz ekmek hakkı bilene, Sofra kurmasan da olur Ilık bir tas çorba yeter Rızkım buymuş der içerim…” şeklindeki ‘Dört Kapı’ adlı şarkısı geldi... İçeride mükemmel bir tatil köyü ve restoranı vardı. Ayrıca burada Moldova geleneksel halk oyunları ve müziğinden muhteşem örnekler sundular... Kesinlikle kalınabilecek eğlenceli bir mekân olduğunu söyleyebilirim... 2023 yılında BM tarafından düzenlenen kırsal turizmin en prestijli ödülü olan ‘En İyi Turizm Köyü Ödülü’nü kazanmış, dahasını söylemeye gerek var mı?

DÜNYANIN EN UZUN MAHZENLERİ

Cricova Şarap Mahzeni,120 kilometrelik adeta bir şehir görünümündeki yollara sahiptir. Kireçtaşı gibi kolay kazılabilen bir malzeme olması nedeniyle, 15. yüzyıldan beri Cricova’da kazılar başlamış olmakla birlikte asıl mahzen kazılması 1950’lerde bir yeraltı şarap kenti oluşturulmuş. Yolların yarısı şarap depolama için kullanılıyor. Bu şarap şehrinin depoları, tadım odaları ve yeraltındaki diğer tesisleri ile toprak altında 70 ile 100 metre aşağıda ve 120 km uzunluğundadır. 125 milyon şişe şarap var inanmıyorsanız sayabilirsiniz dediler... En eski şarap 1902 yılına kadar gidiyor. İçeride ısı yaklaşık yıl boyunca 12 °C'de sabitmiş. Moldovalıların kesinlikle ret ettiği iki efsane var. İlk efsaneye göre 1966 Ay’a ayak basan ilk insan olan Rus Kozmonot Yuri Gagarin mahzenlere girer kaybolur ve ancak iki gün sonra bulunabilir. Ki bununla ilgili olarak Moldovalı rehberimiz Gagarin’in 40 dakika kadar mahzeni gezip çıktığını çok kesin bir dil ile söyledi. Bir diğer efsane de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 50’nci yaş gününü burada kutladığı yönünde. Rehberimiz bunun da gerçekleşmediğini sadece ziyaret edip çıktığını söyledi. Bu arada Moldovalıların bu konuda çok hassas olduklarını söylemeliyim. Gerek içerideki mahzenlerin donanımı, rehberler, anlattıkları kadarıyla şarap imalatı teknikleri ve gerekse de restoranı ile hediyelik eşya mağazasının çok profesyonel olduğunu söylemeliyim. Moldova’ya gittiğinizde kesinlikle görmeden dönülmemesi gereken bir yer... Daha sonra turumuza Butuceni Köyü’ne giderek devam ettik. Köy 16 ve 17’nci yüzyıldan kalma Ejderha Vadisi içerisinde buram buram tarih kokan bir köy. Burası turistlerin ilgi alanı. At arabaları ile turistlerin gezdiği sivri sinek ve akreplere karşı mavi boyalı kapı ve pencerelerin bulunduğu muhteşem bir mekân... Lezzetli bir yemeğin ardından kestane ağaçları arasındaki köyden tepeye doğru yolculuğumuza devam ettik. Seyir terası olan bir alanda az evvel bahsettiğim Ejderha Vadisi’ni tepeden izledik... Eskiden Karadeniz bu yüksekliğe ve içeriye kadar geliyormuş. Ejderha Vadisi denilen yer de aslında Karadeniz kıyısında bir koymuş. Daha sonra Karadeniz’in suları çekilince gökyüzünden bakıldığında kanatlı bir ejderhayı andıran bu vadi oluşmuş. Vadinin karşı kıyısında ise Hristiyanlık için kutsal olan ve ancak yaya olarak ulaşılabilen Orheiul Vechi adlı bir kilise ve tarihi bir kompleks vardı. Ancak zamanımız yeterli olmadığı için yanına kadar gidemedik. Bu arada seyir terasının yolu üzerinde ıhlamur ağaçları, kengerler ve çeşit çeşit kır çiçekleri gerçekten de hoş bir rayihayı insana hissettiriyor. Seyir terasının hemen karşısında ise Kral Stefan zamanında yapılan kale duvarı kalıntıları ve kalenin içerisindeki küçük bir müze sizi karşılıyor. Bunların biraz ötesinde ise Altın Ordu Devleti’nden kalma bir taş ticaret yolu bütün ihtişamıyla bizi bekliyordu...

ALTINORDU’DAN KALMA TİCARET YOLLARI

Rehberimiz Elena size bir sürpriz yapacağım dedi ve gerçekten de belki de 6 günlük gezimizde beni en çok etkileyen harika bir tarih dokusuyla buluşmamıza yardımcı oldu. Bu nedenle gerek değerli rehberimiz ve aynı zamanda Arkeolog olan Elena Hanım’a ve kıymetli şoförümüze ekip olarak çok teşekkür ediyoruz... Altınordu Devleti biliyorsunuz tarihteki 16 büyük Türk İmparatorluğu’ndan birisidir. Cengiz Han’ın oğlu Cuci Han tarafından 1225 yılında kurulmuştur. Ancak resmen Cengiz İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını 1242 yılında torunu Batu Han döneminde kazanmıştır. Gök Tanrı inancına sahip olan Altınordu Devleti daha sonra İslâmiyet’i kabul ederek Kırım, Tataristan, Başkurdistan ve bugün Ukrayna ve Rusya’daki Müslüman Türklerin varlığını sağlamıştır. Var olduğu bölge Anadolu’nun kuzeyinde bugünkü Ukrayna, Rusya, Polonya, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Tataristan ve Kazakistan gibi ülkeleri kapsamaktadır. Bu nedenle de Türkiye’de Altınordu Devleti’ne ait bir tarihi eseri görme şansınız olmaz... Ancak rehberimiz sizin hoşunuza gidecek bir şey göstereceğim diyerek kendi tabiriyle ‘Tatar Altınorda Devleti’ne ait bir taş yola götürdü bizi. Yol, UNESCO koruması altında ve AB fonlarıyla restore edilmiş. Eğer tercümede yanlış anlamadıysam, Altınordu Devleti’nin 4 bin km uzunluğunda bütün şehirleri birbirine bağlayan bu şekilde taş yolları varmış. Bunların bir kısmı da yazı dizimizin başında bahsettiğim Bender (Tekin) kalesine kadar uzanıyormuş. Yolun devamında dere boyuna doğru indiğimizde yine Altınordu Devleti’ne ait bir Türk (Tatar) hamamı bizi karşıladı. Burası da aynı şekilde AB tarafından restore edilmiş. Hamamın duvarları sağlam ancak çatısı günümüze ulaşamamış. Fakat hemen yanındaki İngilizce tabelada rekontrüksiyon şeklinde eski belgelere dayanarak bir çizimi yapılmış ki, gerçekten de göz alıcı bir yapıymış ve hâlen de göz alıcı olduğunu söylemeliyim... Hamamın hemen yukarısında köprünün üzerine çıktığımızda ise yine o dönemlerden kalma kaya içine oyulmuş evler ve çeşitli yapılar var, ancak hem zaman açısından hem de derenin karşı tarafı olduğu için o bölgeye geçmedik. Rehberimize böylesine önemli ve uzun bir yol ve hamam varsa mutlaka kervansaray ve çeşmeler veya su kuyuları da olması gerekir deyince; sanırım Türkiye’den gidecek turistlerin aklını baştan alacak az ilerisindeki başka bir mekâna bizi aracımızla götürdü. Burası tahmin ettiğim gibi gerçekten de çok büyük bir Altınordu Kervansarayı imiş. İnşa tarihi 11’nci yüzyıl diye not almışım. Bina şu anda su basman seviyesinde kalmış. Dolayısıyla büyüklüğü Konya – Beyşehr Yolu üzerindeki Selçuklu Devleti’nden kalma 13. yy. Emir Kandemir Han Kervansarayı’nın 1,5 katı gibi kabaca diyebilirim. Bunun da eski fotoğraflar ve kazılarda çıkan tarihi eserlerden yanında İngilizce tabelasındaki rekonstrüksiyon resminde taç kapısı ve iç mimari detayları çok net gözüküyor. Kervansaray’ın hemen karşısında ise tıpkı Konya Emir Kandemir Han Kervensarayı’ndaki gibi büyük bir camiye ait olan kalıntılar bizi karşılıyor. Onun karşısında ise Anadolu’da olmayan bir şapel (kilise) kalıntısı yine su basman seviyesinde duruyor. Hepsi de Altınordu Devleti’ne ait. Cami, temel büyüklüğüne baktığımızda Ulu Cami büyüklüğünde yaklaşık. Yol bu arada bütün bunların yanından devam ederek Ejderha Vadisi boyunca karşıya doğru uzanıyor... Bu arada ekibimizdeki Avusturyalı bir Türkolog ve aynı zamanda gazeteci olan Sisi Hanım ile konuşurken, ‘O dönemlerde, Altınordu Devleti zamanında ticarete bu kadar önem verilmesi, yolların yapılması ve cami ile kilisenin bu kadar yakın olarak bir arada inşa edilmiş olmaları ve barış içerisinde var olabilmeleri, günümüz dünyasına bir ders niteliğinde’ dedi.

GARABET BALYOZ’UN KONAĞI

Yazımızın geçen bölümünde hatırlarsınız Moldova’da Ermenilerin çok önemli bir yer edindiklerini söylemiştim. Az sonra anlatacağım Garabet Balyoz’un da Konağı bunlardan birisi. Ancak bunların dışında da 19’uncu yüzyılda çok sayıda Ermeni vatandaş Osmanlı topraklarından buraya gelmiş bunların kalıntılarına Kişinev ve Trispol’de de rastladım. Gelelim Garabet Balyoz ve Ailesi’ne... 19. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen Orhei ilçesi’ndeki Ivancea köyünde bir konak kompleksi aslında. 1852 - 1873 yılları arasında Manuc Bey’in çalışanı ve damadı olarak Ermeni Garabet Balioz inşa etmiştir. Bina, Batı Avrupa tarzında ve Rus klasikliğinin unsurlarıyla inşa edilmiş. Konak 3 hektar alan içerisinde kestane, köknar ağaçlarının yanı egzotik bitkiler içeren bir parka da sahipmiş. Ayrıca üç katlı bir su kulesi, ahır, mahzen, değirmen, ağıl, demir atölyesi, müştemilât ve diğer ekler de varmış. Sovyet döneminde bir kısım ekler yapılmış. 1996’dan sonra müzeye dönüştürmek için Moldova Hükumeti çalışmaya başlamış ve bir dizi hukuki çalışmanın ardından müze haline getirilmiş. İçeride küçük bir Ermenistan bayrağı, Ermeni kültüründen ve binanın eski dönemlerinden kalma tarihi eserler bulunuyor.

ORMAN İÇERİSİNDE MÜKEMMEL TESİS

Ve Moldova basın turumuzun son gününde bizi başka muhteşem mekânda ağırladılar... Codru Turistik Kompleksi olarak adlandırılan bu yer insna eliyle oluşturulmuş güzel bir orman içerisinde yüzme havuzlarından, güzel restoranlara, lüks otellerinden eğlence mekânları, spor salonları ve açık spor sahaları ile canlı müziğine kadar eğlenmek ve dinlenmek için neye ihtiyacınız varsa düşünülmüş. İster havuzbaşında parti verin isterseniz orman içerisindeki yaklaşık 45 kişilik ahşap verandada kahvenizi içerken kuşların nağmelerini dinleyin... Bu değerli tesiste akşam yemeği sonrası Moldova Kültür Bakanı Andrei Chistol ve bu değerli organizasyonu gerçekleştiren APIT Başkanı Sayın Sergiu Manea'dan katılım ve teşekkür sertifikamızı aldık... 8 ülkeden gelen 12 basın mensubu arkadaşlarıma ve bana Moldova gezimiz hakkında görüşlerimizi sorup not aldılar, bu anlamda kendilerine teşekkür ederek, tespitlerimizi ilettik. Bu anlamda basına verdikleri değer nedeniyle memnuniyetimizi ilettik kendilerine. Ertesi sabah da güzel bir kahvaltı sonrası uçak saatlerimize göre bir daha görüşmek umuduyla vedalaşarak ülkelerimize doğru Kişinev Havaalanı’ndan uçaklarımızla yola çıktık...